Mevlevîlerde, edep telâkkisiyle
inançtan meydana gelen terimler vardı.
Meselâ kapıyı kapamak, ocağı, yahut mumu söndürmek, ışığı yakmak gibi
çeşitli mânaları arasında kötüleri de olan sözler, Mevlevîlikte kullanılmaz, bunların yerine «kapıyı örtmek> yahut
«sırlamak», «ocağı ve mumu
dinlendirmek», «ışığı uyarmak, uyandırmak» gibi tâbirler kullanılırdı. Ben denmez, «biz», yahut «fakiyr»
denirdi. Sen denmez, «siz», yahut
«nazarım» denirdi.
Bunların çoğunda Mevlevîlerle
diğer tarikatler arasında iştirak vardı. Aynı
tâbir, bütün tarikat erbabınca kullanılırdı. Bir kısmı ise yalnız Mevlevîlere mahsustu.
Agâh ol. agâh olmak: Kendine
gel, kendine gelmek. Bir şeyi anlamak, gerçeğe ermek anlamına geldiği gibi
uykudan uyanmak mânasını da ifade ederdi. Uyan, kalk yerine birisi
uyandırılırken el uciyle hafifçe yastığına vurularak yine yavaşça «agâh ol
erenler» denirdi.
AGÂH ETMEK: Farsça,
uyandırmak. Mevlevi tarikatında mutfakta görev yapan içmeydacının, sabah
ezanından evvel, tekke odalarında yatanları kapılara vurarak "agah ol
dedem" diyerek uyandırmasıdır. Bu uyandırma gece teheccüd namazı için
olurdu. Farsça'da bu kelime, "uyanık" manasına gelmektedir. Mevlevîlerde
uyuyan kişiyi ürkütmeden uyandırmak tarikat edeblerindendir. Bu uyandırma işi
bir başka uygulanış şekliyle şöyleydi : Uyuyan dervişin hafifçe yastığına el
ucuyla sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap
edilerek "derviş... agah ol!" denilirdi ki bu, uyan demektir.
Allah
derdini arttırsin: Bir nev-niyazın aşk ve
cezbeye ait bir tezahürü görülürse şeyh veya dedeler, ona bu cümleyle duâ
ederlerdi. Dert, aşk ve ihlâs, teslim ve vefa, neş'e ve iştiyak mânalarına
kullanılırdı.
ABRİZCİ: Farsça, su döken
demektir. Mevlevi tekkelerinde abdesthane temizleyicilerine verilen isim.
Kennas (süpürgeci) da denir. Tekkeye yeni gelen adayın, nefsini yenip
yenemeyeceğinin ilk imtihanı tuvalet temizliği ile yapılır, daha sonra bunu
başarması halinde, tekkedeki diğer görevlerde istihdam edilirdi.
ARTSIN EKSİLMESİN,
TAŞSIN DÖKÜLMESİN : Mevlevî tarikatı terimlerindendir.
Mevlevîlerin ayinde ve yemekte yaptıkları dualardandır.
ASİTANE: Farsça,
eşik, dergah, büyük tekke, başşehir anlamındadır. Ayrıca tarikat pirinin
kaldığı tekke veya medfun olduğu yer Mevlevî tarikatı'nda ve çile çıkarılan
büyük tekkelere de bu isim verilir. Tasavvuf! edebiyatta ise, şeyhin kapısıdır
ki oradan himmet umulur.
Aşkolsun
: Birisinin yanına gelen şahıs,
oturup niyaz edince, yâni onunla görüşüp yerine oturarak yeri öpünce ev veya
hücre sahibi, o zata «aşkolsun» derdi ki bu söz, «hoş geldin» makamındaydı. Bu
söze muhatab olan, söyleyenin makamına ve kemâline göre ya elini göğsüne koyup
baş keserek «eyvallah» der, yahut yine eğilip yeri öperdi.
Su veya
bir şey içene de «afiyet olsun» yerine «aşkolsun» denirdi. Bütün tarikatlerde
müşterek olan bu tâbir, bazanda, karşılıklı ve tamamlayıcı tâbirlerle
uzatılmıştı. «Aşkolsun» sözüne muhatab olan, «aşkın cemâl olsun» derdi. Bu söz
üzerine «aşkolsun» diyen, «cemâlin nur olsun» der ve «nûrün alâ nûr olsun»
cevabını alırdı.
Aşk-u
niyaz, aşketmek: Selâm anlamınadır. Şeyh
veya dede yahut da birisi, ihvandan birini sorarsa bu soruya karşılık «selâmı
var» yerine soranın derecesine göre «aşk-u niyaz ederler, kademlerinize aşk-u
niyaz ederler», yahut «aşkederler» derdi. Şeyhe veya dedelerden, yahut da
İhvandan birine selâm gönderilirken «kademlerine aşk-u niyaz ederim», yahut
sadece «aşk-u niyaz ederim» veya «aşkederim» denirdi.
Aşk
vermek, aşk almak: Aşkolsun demeğe, yâni
gelene hoş geldin yerine bu sözü söylemiye «aşk vermek», bu söze muhatab oluşa
«aşk almak» denirdi.
ATEŞ-BÂZ
: Mevlevî Tarikatı'nda mutfak
demektir.
ATEŞ-BÂZ-I
VELİ: Ateş-baz, Farsça'da "ateşle
oynayan" demektir. Mevlevî Tarikatında, Muhammed Bahaeddin ve oğlu
Mevlana'ya hizmet eden Muhammed Hâdim'in lakabı. Tekkede, mutfakta görevliydi.
Yemek yaparken, devamlı ateşin önünde bulunduğundan bu şekilde
isimlendirilmiştir. (684/1285)' de vefat etmiştir. Türbesi Meram yolu üzerindedir.
ATEŞ-BÂZ-I
VELİ: OCAĞI Mevlevi tekkesinde, lokma
pişirilen ocağın bulunduğu mutfak.
ATEŞ-BÂZ-I
VELİ: MAKAMI Mevlevi tekkesinde,
dervişlerin terbiyesi için ayrılan odada bulunan, beyaz posta, Ateş-bâzı Veli
Makamı denirken, kırmızı posta da, Sultan Veled Makamı denirdi. Tahirü'l-
Mevlevî'nin "ettim Ateş-bâz-ı Mevlana'ya vakf-ı can ü ten" şeklindeki
ifadesi, Mevleviliğe ikrar vererek, çileye soyunmak demektir.
Avam
: Sûfiler, hakikat ehli
olmıyanlara zahir, zahit, avam gibi adlar vermişlerdi. Zahir, bilhassa
Bektâşîler tarafından kullanılırdı. Zahit, hatta Yezîd ve yabancı sözleri,
Alevîlere ait terimlerdi. Diğer tarikatlere « sûfî tarikatleri» diyen
Mevlevîlerse tarikat ehli olmıyanlara «avam» derlerdi. Mevlevîlere mahsus olan
bu terim, Mevlânâ'nın ve Sultan Veled'in eserlerinde de aynı mânada geçer.
AYAKÇI : Mevlevîlerde,
tarikata ilk giren dervişin bulunduğu merhale.
AYAK MÜHÜRLEMEK : Bazı
tasavvuf okullarında bu tabir şöyle açıklanır : Şeyhin huzuruna gelen müridin,
sol elini sağ omuzuna, sağ elini de sol omuzuna sağ ayağının baş parmağını sol
ayak baş parmağı üzerine koyarak hürmet ve saygı ifade eder bir vaziyette
durmasıdır. Bu hareketin manası, müridin şeyhine: Elim, ayağım yok, baş eğik,
şeyhime teslim olmuşum, demesidir.
AYNÜ'L-CEM: Mevlevî
tarikatında şeyh ve dervişlerle, muhiblerin, âyin okunurken, kalkıp kol
açmaksızın sema etmeleri.
BAŞ
KESMEK : Mevlevilerde, sağ ayağın baş
parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koymak, eller düz ve parmaklar açık
olarak sağ kol, sol kolun üstüne gelecek şekilde, elleri omuz başlarına
çaprazvarî götürmek, sonra da belini bükmemek şartıyla başını öne doğru göğse
eğmek, böylece sonra da belini bükmemek. Başkesme olayının kısa tarifi budur.
Baş kesme; şeyhin, tarikat büyüklerinden birinin huzurunda, bir velînin
türbesinde yapılır. Türk kültür çevresinin saygı anlayışı sınırları içinde
oluşmuş bir tarikat edebidir. Bu saygının takva ile yakından irtibatı vardır.
"Kim Allah'ın şeâirine ta'zim ederse, bu, kalbin takvâsmdadır."
(Hac/32), "Safa ve Merve, tazimi gerektiren şe'âirdendir".
(Bakara/158). Bu ta'zim şirk değildir, tıpkı meleklerin bir insana (Hz. Adem )
secde etmesi gibi. Kendilerini Bektaşî saydıkları için Yeniçerilerin selamları
da bu şekilde idi.
BERK-İ
SEBZ: Berk, Farsça yaprak: Berk-i Sebz
ise, yeşil yaprak anlamında sıfat tamlamasıdır. Tasavvufta özellikle
Mevlevîlikte, dergaha veya tarikattaki ihvanına ziyarete giden kişi, eli boş
gitmez, hiç bir şey bulamazsa bile, bir çiçek, veya yeşil bir yaprak götürürdü.
BİNBİR GÜN ÇİLE: Bin bir gün müddetle usul ve adaba uygun olarak on sekiz değişik hizmet
görüldüğü ve çile müddetinin bin bir gün olması ile ilgili olarakta Hz.
Mevlana'nın hayatı boyunca çıkarmış olduğu halvetlerin toplamının bin bir gün
etmesi veya Cenab-ı Hakk'ın bin bir ismine karşılık olarak bin bir gün zikir ve
hizmet etmekle ilgilendiriliyor.
Ayakçılıktan başlayarak bin
bir gün boyunca; ayakçı, çerağcı, süpürgeci, dışarı kandilcisi, yatakçı,
tahmisçi, içeri kandilcisi, içeri meydancısı, somatçı, pazarcı, dolapçı,
bulaşıkçı, şerbetçi, abrizci, çamaşırcı, dışarı meydancısı, halife dede,
kazancı dede olmak üzere on sekiz değişik hizmeti görür; kendisine Mevleviliğin
tarihçesi hakkında bilgi verildikten başka Farsça öğretilir, Hz. Mevlana'nın
Mesnevi'si yanında, Eflaki'nin Menakıbü'l-arifin'i ve başka lüzumlu eserler
okutulur; kabiliyetine göre hat, musıki, tezhib, şiir vb. talim ettirilir; sema
çıkarttırılır. Sema çıkaran dervişe bir sikke verilerek mukabeleye katılmasına
izin verilir.
BULAŞIKÇI DEDE : Mevlevî tâbiri.
Matbah-ı Şerifte önemli bir görevdir. Bulaşıkçı dede'nin beraberinde,
yardımcıları bulunurdu. Yemek kaplan mutlaka mutfakta yıkanırdı. Kaşıklar da
büyük bir özenle yıkanıp kurulanırdı. Somat denen sofra bezinin temizliğine çok
dikkat edilirdi. Küçük dergâhlarda Bulaşıkçı Dede'nin yardımcısı olmazdı.
CAN:
Farsça. Gönül, ruh gibi manalara gelir.
Dervişler için kullanılan bir Mevlevî ıstılahıdır. Kabul olunmak üzere gelen
yeni dervişlere, Mevleviler can derler. Can; Mevlevî ana tekkesinde, üç gün
Saka Postu'nda oturur, orada kalıp kalamayacağını kendi kendine düşünür,
düşünür, muhasebesini yapar, eğer olumlu sonuca ulaşırsa, hemen kalkar hizmete
başlardı. Can; Saka Postu'nda, iki dizi üzere oturur, murakabe vaziyeti alırdı.
Orada diğer dervişlerin (can) yaptığı hizmetleri seyrederdi. Saka Postu'na
oturan kişi, tefekkürle meşgul olduğu için, ancak gerektiği zaman, gerektiği
kadar konuşurdu. Bu durumda, can, herhangi bir vird okumazdı. Can, hizmete
kalktığında yapacağı ilk iş ayakçılıktı. Diğer hizmetlere geçmesi, kabiliyetine
göre değerlendirilirdi. "Can cümleden azîz" atasözüyle, derviş
kardeşin her şeyden önemli olduğu dile getirilirdi, ihvan anlatılırken
isimlerinin sonuna can kelimesi eklenirdi: Ali Can, Ahmed Can, Mehmed Can, Hasan
Can vs. gibi. Tarikat kardeşlerinden bahsedilirken, canlar tâbiri kullanılırdı.
Yunus Emre'nin şu şiiri, buna güzel bir örnek teşkil eder:
Gelün
soralım canlara suretinden n'oldı gider
Dün-gün
senünem der iken sebeb neyi buldı gider.
Canım
erenler yolı inceden inceyimiş
Süleyman'a
yol kesen sol bir karıncayımış.
CAN
ODASI : Konya'daki Mevlevi tarikatının
ana dergâhında (âsitâne) yer alan özel odanın adı. Mutfağın sağında bulunan bu
oda, büyükçe olup, can adı verilen dervişlerin toplanıp oturduğu bir yerdi.
Diğer bölgelerde yer alan Mevlevî zaviyelerinde, Konya'daki ana dergâhta olduğu
gibi can odaları bulunur ve buralarda dervişler otururdu.
CENÂB-I MEVLEVİ: Mevlevîler,
Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri için, bu saygılı ifadeyi kullanırlar.
CENAZE GÜLBANGI: Arapça-
Farsça. Gülbank, topluca okunmak üzere düzenlenmiş duaya denir. Bu tâbiri daha
çok Mevlevîler kullanır. Kalıbı dinlendiren can, yani ölen, ebedî istirahata
çekilen derviş için okunan gülbank. Bu gülbank şu şekilde idi: "Vakt-i
şerif hayrola, hayırlar fethola, serler defola, derviş Muhammed kardeşimizin
ruh-ı revanı şâd-ü handan, mazhar-ı afv ü gufran, dâhil-i ravza-i rıdvân ola,
mekânında istirâhati müzdâd, menzili mübarek ola, bakîler selâmette kala, demi
Hazret-i Mevlânâ'ya Hû diyelim hû".
ÇELEBİ: Türkçe.
Çalab, Allah manasındadır. Sonundaki nisbet yâ'sı ile Çelebî, Allah'a ait adam,
Allah adamı demektir. Kibar zarif kimselere de "çelebî adam" denir.
XVII. yüzyılın sonlarına kadar bilgin ve soylu kimseler için, yine bu unvan
kullanılmıştır. Mevlâna'nın soyundan gelenler "Çelebî" olarak
anılmış, ancak Mevlâna'ya ana tarafından akraba olanlar "inâs
çelebî": baba tarafından akraba olanlara da "zükür çelebî"
denmiştir. Hacı Bektaş'ın nefes evladı (manevî evlad) yahut belinden gelen
kişilere de "Çelebî" denir. Mevlevî çelebilerinden ayırmak için
"Bektaşî çelebilerinden" diye kayıt konulur. Çelebî kelimesi, Farsça
gramerine uygun olarak "Çelebiyan" şeklinde çoğul yapılır.
Mevlevîlerden, Mevlânâ'nın maddî bakımdan akrabası olmadığı halde: Mesnevî'nin
yazılmasına önayak olan kişiye bu unvan verilerek Çelebî Hüsameddin denmiştir.
Normal olarak çelebî ifadesi isimden sonra kullanılırken, bu zatın adının
başına getirilmesi, esas çelebîlerden ayırmak içindir. Çelebî'nin isimle
beraber kullanılışı şöyledir: iskender Çelebî, Mehmed Çelebî, Ali Çelebî, Salih
Çelebî, ibrahim Çelebî. Genel olarak çelebî deyimini, Allah yoluna sülük eden,
maneviyat erleri için kullananlar da vardır.
ÇELEBÎ EFENDİ: Türkçe-Rumca.
Çelebî, daha önce ifade ettiğimiz gibi Allah manasına gelen Çalap kelimesinin
nisbetidir. Efendi ise Rumca asıllı bir kelime olup okumuş kibar kimse, malik,
sahip gibi manaları vardır. Seyyid, hoca, kadı, molla ve şehzadeler için
kullanılmıştır. Çelebî Efendi, Konya Mevle-vihanesi postnişinine verilen addır.
Mevlevîler arasındaki unvanı "aziz efendimiz" şeklindeydi. Çelebî
Efendi, Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin mutlak anlamda vekili, bütün mevlevi
şeyhlerinin başı idi. Diğer Mevlevî şeyhleri, onun vekili idi. Çelebî Efendi,
istediğini tayin edebilme yetkisine sahipti. Ziyaret için gittiği dergahlarda
bulunan postlar, kendisine sunulurdu. Bu makamı, Mevlâna'nın erkek çocuğundan
gelenlerin en ehil olanları işgal etmiştir. Sadece Ebu Bekir Çelebî Efendi
isminde bir zât, bütün özelliklere sahip olduğu halde, muhtemelen bazı olumsuz
cereyanların etkisiyle makamından uzaklaştırılarak, yerine kız evlattan gelen
Karahisarlı Arif Çelebî Efendi tayin edilmişti. Mevlevîlikte, çelebilik
makamını elde edebilmek için veraset usûlü kabul edilmemişti. Teamüle göre,
postnişin olan bir Çelebî Efendi öldüğü zaman, Mevlânâ ailesine mensup
olanlarla dergâhın ileri gelenleri ve kıdemli dervişler, ölen zatın evlatları
ve amcazadeleri arasından ehliyetli ve liyakat sahibi bazılarının kendilerinden
sonra seçilmelerini tavsiye edenler de olmuştu. Çelebî Efendilere hükümet
tarafından da çok ehemmiyet verilirdi. Çelebî Efendiler, padişahlara uzun süre
kılıç kuşatmışlardır. Bu nedenle Postnişinlik makamında değişme oldukça,
seçilen yeni çelebî ve post-nişinlere padişah tarafından ferman verilmek
suretiyle, yapılan seçim teyid ve tasdik olunurdu.
ÇELİK, ÇELİKLEME : Çelik,
Türkçe bir kelime olup değnek manasınadır. Parmak kalınlığında yarım metre
kadar uzunluğundadır. Mevlevî tekkelerinde, tekkenin toplantı yeri olan
meydanda, kazancı postu üzerinde asılı dururdu. Tarikat edebine aykırı iş
yapanlar, bu değnekle acıtmadan vurularak terbiye ve edebe getirilir, bu dövme
işine "çelikleme" denirdi. Kabahatli olan derviş, erkândan ise, şeyh
yahut aşçı dede tarafından; çilede bulunanlardan ise kazancı tarafından
çeliklenirdi. Gerek dede, gerek derviş, diz çökmüş olan şeyh, aşçı dede yahut
kazancı dedenin dizi üstüne başını kor, o da çeliği omuzunu geçmeyecek şekilde
kaldırmak suretiyle, bir kaç çelik vurur. Bittiği zaman bir gülbank okuyup
kabahatlinin suçunun affı niyazında bulunurdu.
Sende nedir bu
resimlik
Satma sana gel
dedelik
Sırtına bin elli
çelik
Urmalı mutlak
dediler
Türâbî
Suç biraz büyükse,
dergâhın genel mürebbîsi, Aşçı Dede'ye bunu söyler, o da bu cezayı, semahanede
bir kaç dervişin gözü önünde verirdi. Çelikleme olayı, Bektaşîlerde de vardır.
Çerağ: Çırak tarzında kullanılan bu kelime, ışık, mum ve kandil
anlamlarına gelirdi ve bütün tarikatlerde müşterekti.
ÇERAĞCI: Tekkelerde
çerağın arzettiği önem büyüktür. Bunu, çerağı yakıp söndürmek için, ayrı bir
görevli tayin edilmesinden anlıyoruz. Kaynaklar, tekke hizmetleri arasında, ifa
ettiği görev itibariyle çerağcının önemli bir kişi olduğunu kaydetmektedir.
Güneş batma zamanı, Mevlevî meydanlarında bir mum yakılırdı ki, buna çerağ
denirdi. Akşam ezanı okunduktan sonra, mescidin mumları bu çerağ ile
uyandırılırdı. Sımathane (yemekhane) deki mumlar da, aynı minval üzere
tutuşturulur ve bu tutuşturma işinden önce Şeyh yahut en kıdemli dede,
"çerağ gülbangi" okurdu. "Çerağ-ı rûşen ziyâ-yı imân, dem-i
Hazret-i Mevlâna Hû diyelim Hû" ifadelerinden sonra, hep birlikte
"Hû" çekilir ve sofraya oturulurdu. Bu gülbank, mumların yanması ve
verdiği nimetlerden dolayı Allah'a şükrün bir ifadesi olarak değerlendirilirdi.
Çerağcının görevi, işte buydu. Kaynaklarda, tekkelerde kandilcilik görevi, bir
başka kişinin yaptığı, farklı bir hizmet olarak kaydedilir. Kandilcilik
görevini üstlenen kişi, mescidin dışındaki kandilleri hazırlayıp yakardı.
ÇERAĞ GÜLBANKİ: Mevlevî
tabiri olarak çerağ gülbanki, mumların (çerağlarm) yakılması sırasında
okunurdu. Bu gülbank şu şekildeydi: "Çerağ-ı rûşen-i fahr-i dervişan,
ziyâ-yı iman, kanûn-ı merdân, dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû". Bu
gülbanktan sonra, dervişler topluca "Hû" çekerlerdi.
ÇERÂĞ-I MÜRDE: Farsça,
ölü çıra demektir. Marifet nuru ile aydınlanmamış kalb, ölü kalb.
ÇİLE: Farsça,
kırk anlamına gelen çihil'den düzenlenmiş bir terim. Bir şeyh nezaretinde
derviş, karanlık bir hücrede yalnız başına kırk gün süre ile az uyumak, az
yemek, az içmek ve mümkün mertebe sürekli ibadetle meşgul olur ki bu olaya,
çile denir. Bu, nefsi eğitmek için belirli bir süre halktan uzak kalıp
olgunlaşmayı elde etmek için yapılır. Tasavvuftaki çile, ömür boyu değildir,
sadece kırk gündür. Zira tasavvufta esas olan, "el kârda, gönül
yârda" yani "el günlük maişet teminiyle meşgul iken, kalb Allah ile
beraber olmaktır". Nitekim, Nur Suresinin 37'nci âyetinde bu husus, şöyle
desteklenir: "Ticaret ve alışverişin Allah (c.c)'ı zikirden alıkoymadığı
erkekler..."
Çileye, Arapça
olarak erbain de denir. Hemen hemen her tekkede, eskiden bu iş için bir veya
birkaç hücre bulunurdu. Çile olayı şöyle cerayan ederdi: Şeyh, dervişi çile
odasına güsul abdestli olarak dua ile sokar, Fatiha çeker, kapıyı kapayıp
giderdi. Odada bir post, yahut seccade, bir mütteka (bkz. müttekâ) ve hücrenin
rafında bir Kur'an-ı Kerim bulunurdu. Derviş, bu hücreden, sadece gerekli
olduğu zaman çıkardı: Tuvalet, abdest, cuma namazı vs. gibi. Çıktığında kimseye
bakmaz, kimseyle konuşmazdı. Yiyeceğini, içeceğini, belirli vakitte bir derviş
getirip hücreye bırakıp, selamdan başka bir söz konuşmazdı. Geleneklere göre,
çileye girene ilk gün kırk zeytin verilir, her gün bir eksilterek (39, 38, 37,
36, 15 ila...) kırkıncı gün sadece bir zeytin verilirdi. Yiyeceğin zeytin
olması, Nur suresi'nin 35. ayetinde de ifade edildiği gibi (min şeceretin
mübâreketin zeytûnetin), onun mübarekliğinden kaynaklanmaktadır. Derviş çileden
çıkınca, kırk gün içindeki tefekkür ve rüyalarını şeyhine anlatırdı. Şayet
Şeyh, gerek görürse onu hemen ikinci bir çileye sokardı. Birbiri ardınca üç
çile çıkaran olurdu. Derviş çileyi bitirip hücreden çıkınca, şükür kurbanı
kesilir, kesilen kurbanın et suyuyla hazırlanan tirid yemeği ona sunulur, diğer
ihvanı da onu tebrik ederdi. Günümüz Türkiye'sinde, bu uygulama hemen hemen
kalkmış gibidir. Bunun sebebini sorduğumuz mürşid-i kamiller, "devrimizde
helal rızık kalmamıştır. Çileye giren, hem az, hem de şüpheli yiyecekle bu
uygulamaya tâbi tutulursa, görme, işitme, konuşma gibi bazı özelliklerini
kaybedebilir. Devrimiz zâten çile devri değildir, dış âlemde gezip nefsini
zaptetmek de yeterlidir" cevabını verdiler. Mevlevîlerin çilesinin
mutfakta 1001 günlük hizmet ile olduğu kaydedilir.
ÇİLE ÇIKARMAK : Saliklerin,
nefsin tezkiyesi (arınması), kalbin saflaşması için bir hücreye girip kırk gün
süreyle ibadet, zikir ve fikir ile meşgul olması. Çile bazan, zelle (ufak
kusur) karşılığında ceza şeklinde de uygulanırdı. Mevlevî dervişleri, çileyi
mutfak hizmetleriyle çıkarırlardı. Yemekle beraber dervişler de pişerdi.
Çilenin şeklini mürşid tayin ederdi. Diğer tasavvuf okullarında çileyi yolculuk
yaparak çıkaranlar da vardı.
ÇİLE ÇEKMEK : Mihnet
ve meşakkat çekmek demektir. Tasavvuf erbabının çile hücresine girmesi ve orada
kırk gün kalması, külfetli bir iş olduğu için, o makamda kullanılırdı. Şiirde
şeddelendirmek suretiyle kullanılırdı.
Ne çille çektiğimi
bu riyay-ı gamda fakir.
Görünce nakşını
göstermede imkan hasır.
ÇİLE-İ MERDAN: Farsça,
erkeklerin çilesi anlamında bir tamlama. Mevlevi tabiri. En yorucu hizmetlere,
çile-i merdan denirdi.
ÇİVİ TUTMAK : Mevlevi
dervişi sema ederken, dönmekte olduğu yeri terketmez, bu noktada sabit kalarak
deveran (dönme)'a devam ederse, buna çivi tutmak denir. Bunu başaran dervişe
de, çivisi sağlam denir.
DAL SİKKE: Türkçe-Arapça.
Dal düz, sade, çıplak manasına; sikke de mevlevîlerin başlarına giydikleri
keçeden serpuş anlamına gelir. Sikkenin sarıksız olanına, dal sikke denir.
Destâr sarılmış olan sikkelere ise, destârlı sikke tâbiri kullanılır.
DÂRU'L-MESNEVÎ: Arapça.
Mesnevî evi, veya Mesnevî okunan yer demektir. Mevlevî ıstılahıdır. Mesnevî
okutmak üzere açılan dersanelere Dâru'l-Mesnevî denilir. İlk Darü'l-Mesnevi, 9
Muharrem 1260 (1844) tarihinde Murad Molla Dergahı'nda, İstanbul'da açılmıştır.
Buradan ilk mezun olanların icazet merasiminde, Sultan Mecid de hazır bulunmuş
ve icazet alanlara çeşitli hediyeler dağıtmıştır. Mesnevî okuyanlara özel bir
ıstılah olarak "Mesnevîhan" denir.
DEDE: Türkçe
bir kelime olup Mevlevîlikte, muhiblikten sonraki mertebedir. Muhib, derviş
olmaya ikrar verip çilesini tamamladıktan sonra, kendisine bir hücre verilir ve
dede diye anılır. Dede, yeni muhibleri kendi liyakatine ve kabiliyetine göre
"Mesnevî" okutarak, âyin meşkederek, ney üflemeyi, usûl tutmayı
belletmek suretiyle, kudüm-zen olarak yetiştirerek terbiye etme görevini icra
eder.
DEM: Farsça,
soluk veya zaman manasınadır. Tasavvufta, sûfinin geçmiş ve gelecek
endişesinden kurtularak içinde bulunduğu ânı yaşaması esastır. Bu hâli elde
etmiş kişi, ibnu'l-Vakt adıyla anılır ve sürekli Allah'la beraberdir yani
"ihsan" derecesine ulaşmıştır. Yine sûfilerde zaman, iki olay
arasındaki zihnî mukayeseden ortaya çıkan mücerred ve zihnî bir mefhumdur.
Nitekim, mekân da, kevn (oluş)'e uyar. Bir şey varlıkta ortaya çıkmadıkça, en,
boy, yükseklik gibi mekanı belirleyen alanda bulunmaz. Zamanın gerçeği, sürekli
yaşamakta olduğumuz "an" dır. Ân'larm sürekliliği ile, zaman mefhumu
meydana gelir. Bu bakımdan akıp giden bu ân'a, "ân-ı dâim" denir. Bütün
varlıklar, kâinat, her an gayben ayn'a, ayn'dan gaybe gitmektedir. Yaratılış bu
yüzden daimidir. Ve bir an önceki âlem, bir sonraki âlemin aynısı değildir.
Sûfi, her ân ne âlemde ise, ona göre, o anda tahakkuk eden âlem odur. Suretler
geçer, hakikatler bakî kalır. Bu inanç sufîlerce, "dem bu dem, saat bu
saat" atasözüyle belirtilir. Mevlevî gülbanginin son kısmında "dem-i
Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmam Alî, Hû diyelim"
dendikten sonra, herkes baş keserek "Hû" der. Bundan maksat; zamanın
gerçekte Mevlânâ'nın zamanı, zamana hâkim olan sırrın, Şems'in sırrı, kerem ve
ihsanın Hz. Ali'nin keremi ve ihsanı olduğunu belirtmek, Allah'ın isimlerinden
"Hû" demekle de, Bakî olan değişmeyen gerçek varlığın, ancak Allah
olup şe'nleri (şuûn) değişse bile, gerçeğin değişmediğini anlatmaktır.
Yemeğin pişip tam
kıvamını bulması için, hafif ateşte bir süre bırakılmasına da, demlemek,
demlenmek denir: Pilav demini aldı, çayı demledik vs. gibi.
Şeyhin, ölü kalbe
hayat veren soluğuna da, dem adı verilir. Bu da, şeyhin müridine teveccüh
ettiği sırada vuku bulur.
DERD:
Farsça gam, ızdırap, elem demektir. Sevgiliden sevene geçen ve katlanılmasına
güç yetmeyen hâl. İlâhî aşk. Bu istenen bir derddir. En büyük derd, derdsiz
olmaktır. "Allah derdini artırsın" bir Mevlevi deyimidir. Derdli,
âşık demektir.
Dolap niçin
inilersin
Derdim vardır
inilerim
Ben Mevtaya âşık
oldum
Onun için inilerim
Yunus Emre
DERVİŞ: Farsça.
Fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının
çoğu fakir olduğu için, bu isimle anıldığı ileri sürülür. Ancak, hakikî derviş,
kimseden birşey istemez ve istememesi tarikat kuralıdır. Mevleviyye ve Rıfâiyye
tarikatlarından öğrendiğimiz kadarıyla, bir derviş üst üste üç gün açlık,
çekmeden, bir başka kimseden yiyecek isteyemez. Derviş kelimesi, kapı eşiği
mânâsına da gelir. Dervişin, kapı eşiği gibi başkalarından gelen ezalara
tahammülü olması gerekir. Bu espriden dolayıdır ki dervişler, herkesin ayak
basıp ezdiği kapı eşiğine basmazlar, hattâ tekkeye veya türbeye girerken eşiğe
saygı göstermek üzere, onu öper, sonradan üzerine basmadan atlayıp içeri
girerler. Bu kelime iran'da ortaya çıkmasına, rağmen, Arapça'ya geçmiş,
"derâviş" şeklinde çoğulu yapılmış, hattâ Arapça karşılığı "fakir"
ve çoğulu "fukara" kullanılmıştır. Tasavvuftaki manâsıyla, bir şeyhin
bey'ati ve terbiyesi altında bulunan kişi demektir. Hz. Peygamber (s) için de
kullanılan şu tâbir "derviş-i sultan-ı dil", padişah gönüllü fakir
anlamına gelir. Alçak gönüllü, arif, kanaatkar kimselere de, derviş meşreb
denir. Akşemseddin, dervişi ikiye ayırır 1. Dervişe benzeyen 2. Derviş.
Tasavvufî olgunluk yolu (sülük) na giren kişi murakabe dersine ulaşana kadar
geçirdiği sürede, kendini dervişe benzetmeye çalışan kişi olduğundan, müştebih
diye anılır. Murakabeden itibaren o kişi artık derviş olmuştur. Murakabeye
kadar ulaşamayan kişinin, hâl olarak tasavvufun içyüzünden haberdâr olması
mümkün değildir, bu yüzden murakabeye ulaşamamış kişiler, hizmetin hakikatini
anlayamazlar, gerçek hizmet ehli olmazlar. Tasavvufun esası, hedefi itibariyle
ihsandır, bir başka ifade ile Allah'a vuslattır. Derviş kelimesiyle ilgili
olarak ortaya çıkmış bazı atasözleri şu şekildedir: "Padişah nefsinin,
hırslarının kulu iken, derviş nefis ve hırslarının sultanıdır." Bu yüzden,
sultan, nefsine uyarak maddeye doymaz iken, nefsini yenen maddenin esaretinden
kurtulan kişiler, aza kanaat ederler, onlara az da olsa yeter. "Sabreden
derviş muradına ermiş": Derviş, Allah'a vuslat yolunda büyük cihada girmiştir
ve her an o cihâdın mücâhidi olarak sabır etmek zorundadır. Bu sabır sayesinde,
derviş hedefine ulaşır, muradına erer. "Deve hacı olmaz Mekke'ye gitmekle,
eşek derviş olmaz tekkeye su taşımakla": Dervişlik bir takım şekil ve
resmden ibaret bir şey değildir. Bir takım mücahede, çaba ve gayretlerle manevî
planda mesafe kat etmekle dervişlik olabileceği bu atasözüyle dile getirilir.
"Dervişin fikri neyse, zikri odur": Dervişe bir halden sual
sorulduğunda, onun verdiği cevap kendi yaşadığı halden ibarettir. Yani derviş
kendinde olanı anlatır, kendi tahkikini dile getirir.
Derviş gönülsüz
gerekdir
Söğene dilsiz
gerekdir
Döğene elsiz
gerekdir
Halka beraber
gerekmez
Yunus Emre
DERVİŞ HIRKASI: Hırka
vücudun üst tarafına giyilen, genellikle yünden örülmüş bir giysidir, çeşitli
renklerde olur, Mevlevilerin giydiği üstlüğe, derviş hırkası denir.
DESTÂR:
Farsça. Başa giyilen takke, fes ve benzeri
şeyler üzerine sarılan sarığa destâr denir. Kafesî ve örfî destâr diye türleri
vardı. Mevleviler, buna saygı ifadesi olmak üzere, "şerif" kelimesini
ekleyerek "destâr-ı şerif" derlerdi. Sarıkların yedi kadar çeşidi
meşhur olmuş ve tutunmuştur: Cüneydî, Pâyeli, Kafesî Şeker-âvîz, Dolama,
Hüseynî Kafesi, Örfî, Hüseynî. Tarikat şeyhleri daha çok Hüseynî sarık sararlar
ki bu, aşağıdan yukarıya doğrudur ve yarısında yukarıdan aşağı doğru iner.
Ortası kalınca, alt ve üst tarafları fâhirle aynı hizadadır. "Örfî
Destâr", dikilmiş ve içine pamuk doldurulmuş, en az üç parmak
kalınlığında, tülbentle aşağıdan yukarıya, yarısından sonra onun tersi olarak
yukarıdan aşağı doğru sarılır. Her sargının arasında bir parça açıklık
bırakılır. Alt tarafta ise, bir sarımı dümdüz sarılmış olur. Destâr denilen
sarık, neyin üzerine sarıldı ise (fes, taç, sikke) o, sarımların üstünde
gözükür. "Cüneydî Destâr" bunun yarısı kadardır. "Dolama
Destâr", dümdüz sarılan destârdır. "Kafesî Hüseynî Destâr" ile
"Kafesî Şeker-âvîz Destâr", tülbent dört kat edilip dikilerek iki
parmak enliliğinde ve çoğu kez dokuz arşın uzunluğunda tülbentle sarılır. Alt
tarafı kalın olur, üste doğru incelir ve taç sikkenin kalınlığına eşit bir
halde bulunur, sağdan sola, soldan sağa sarılırken, her sarılan öbürünü tersine
karşılar.
DESTÂR
BAHA: Farsça. Destâr: sarık, bahâ:
para, ücret demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ'nın evlatlarına sarık parası
olmak üzere bir takım köyler vakfedilmişti. Bu köyler, "Evkaf-ı
Celâliyye"ye dâhildi.
DESTÂR-PÛŞ:
Farsça, destâr sarık, pûş giymek demektir.
Sarık giyen. Mevlevî tabiridir. Sikkesine destâr sarabilme ayrıcalığına sahip kişi
demektir.
DESTÂR
SUYU: Mevlânâ'nm sandukası üzerinde,
sarık ucunun batırıldığı suya denir. Bu su, şifâ niyetiyle içilirdi. Mevlânâ'nm
türbesine girince, sol tarafta sed üzerinde, gayet sanatlı bir kazan bulunur.
Bu kazana, Mevleviler "Nisan Tası" derler. Mevlânâ'nm sandukası
üzerinde bulunan yeşil kubbe (kubbe-i hadrâ) üzerine yağan nisan yağmurundan
biriken su ile doldurulan bu kazana, Destâr-ı şeriflerin uçları batırılır, şifa
bulmak inancında olanlardan isteyenlere verilmek üzere hazırlanır ve bu suya
destâr suyu denirdi.
DESTÂR-I
ŞERİF: Farsça-Arapça. Şerefli sarık
demektir. Mevlevîlerin başlarına giydikleri, sikke üzerine sarılan sarık
hakkında kullanılır bir tabirdir. Sarık, sikke giyenlerin arif olanlarına bir
imtiyaz (ayrıcalık) olarak verilirdi. Destâr, Çelebî Efendi'nin icazetnamesi
ile sarılabilirdi. Halim Çelebî tarafından verilen bir destâr icazetnamesi:
"Dâhil-i
tarıku'z-zevk ve'l-vicdân, sâlik-i meslekü'ş-şevk ve'l-irfan rûh-ı pürfütûhum
arafetlû Mehmed Tahirü'l-Mevlevî Dede Efendi dâme feyzuhû tahiyyat-ı vâfiye ve
teslimat-ı safiye iblağıyla inha olunur ki, fıtrat-ı zatîyenize mevhibe-i
Rabbanî ve tevfîkât-ı semedânî olan fâdıl ve fazl-ı hakikiniz icâbınca cedd-i
emcedim kutbü'l-arşı'l-hilâfe ve şeş semâü'r-re'fe kıbletü'l-ârifîn ve kıdvetü't-tâifîn
sultanu'l-kâmilîn vâris-i ekmelü'l-mürselîn Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin
azzamallâhü zikruhû ve radıyallahu anhu efendimiz hazretlerine ezelî ve ebedî
intisab ile tarikat-ı aliyyemizde derkâr olan rabıta ve teslimiyet ve
kıdeminize binâen neseben ve tarikaten daî-i fakire mevrûs ve mevhûb icâze
üzerine mesnevîhanlara mahsus olan destâr-ı şerîf misillû kenarı açık destâr-ı
şerîf sarınmak bu kere tarafımızdan destur ve icazet verilmiş olmakla eyyam ve
leyâli-i mübareke ve resmiyyede hâme-i fazâil allâmenizi tâc-ı imâmedâr-ı
evliyaullah ile tezyîn eyleyesüz. Baki vaffakanallah ve iyyaküm velhamdü lillah
ve selâmün âlâ ibâdehillezine' stafâ fî cümâde'l-ûlâ sene ihda ve erbaîn ve
selâsemie ve elf.
Cânişîn-i
Hazret-i Mevlânâ Mesnevîhan
eş-Şeyhu'l-Fakîr
Abdülhalîm b. Hazret-i Mevlânâ
Destârlar
önceden dolama olarak sarılırken, Sultan Birinci Ahmed devrinde kafesli
destârların sarılması yaygınlaşmış, Mevlevîler de, bu yeni usûlü uygulamaya
başlamıştı. Mevlânâ, ayna karşısında sarık saran oğlu Sultan Veled'i görünce,
onu men edip, dolama sarmasını tavsiye ettiği, menâkıbda yazılıdır.
DESTE
GÜL: Farsça, gül destesi demektir.
Kollu salta ile uzun cübbeye deste gül denir. Mevlevî dervişleri, bunu, hücrede
giyerlerdi. Âyin sırasındaki giysileri tennure olup, bellerine elifî nemed
denilen bir kemer sararlardı. Mevlevî destegülü, uzun kollu, belde biten bir
tür Hayderiyye idi. Tennure üstüne de giyilirdi.
DESTUR:
Farsça izin anlamına bir kelime. Bir yere
girilirken, izin istemek üzere kullanılan bir ifade. Halk arasında
"savulun, yol verin" anlamında da kullanılırdı.
Vermişdi
mizac-ı hünerle destur
Terk-i
edeb etseler de mazur.
Nâbi
Bir
yere girmek için izin talebinde bulunmaya "destur istemek" denir.
DEVR-İ
KEBİR: Arapça, büyük devir demektir.
Mevlevi tabiridir. Bayramlarda, bayram namazından sonra şeyh, dervişler ve
sevenleri ile toplanıp büyük bir halka oluşturur, bayramlaşma yapılırdı. Buna
Devr-i Kebir denirdi. Devr-i Kebir, aynı zamanda musikide bir usuldür.
DEVR-İ
VELEDİ: Mevlevî tabiridir. Mukabele günü
sema başlamadan evvel, şeyh önde, dedeler kıdem sırasına göre arkada olduğu
halde, semahanedeki daire içinde, halka şeklinde üç defa gerçekleştirilen
dolanma (devir)'ya, Sultan Veled Devri yani Devr-i Veledi denir. Rivayete göre
Devr-i Veledî, Mevlânâ'nın babasının hacda yaptığı tavaftan iktibas olunmuştur.
Devr-i Veledî'de bir takım nükteler vardır. Önce, İsrafil'in Sur'a üfürüşüyle
insanların mahşere gidişi tasvir olunur. İkinci olarak, varlıkların bâtın
(gizli) dan ortaya çıkışı, seyr-i anillah, seyr-i illallah ve seyr-i fillah
dereceleri canlandırılır.
DIŞ MEYDANCI: Mevlevî
tabiridir. Şeyhin emirlerini dedelere (dedegân) ulaştırıp bildiren, tarikata
girecek yeni dervişi şeyhin huzuruna götüren, Mevlevî dervişlerine dış meydancı
denir. Büyük tekkelerde (âsitane) iki meydancı bulunurdu. Mutfak hizmetlerini
görenlere iç meydancı veya içeri meydancısı denilirdi. Küçük tekkelerde bir
meydancı olur, bütün işlere o bakardı. Meydancı, şeyh nereye giderse, yanında
bulunur, hırkasını taşırdı. Şeyh, murakabe için mutfaktaki meydana gelince, iç
meydancısının vereceği kahveyi şeyhe ve ihvana o dağıtırdı.
DİNLENDİRMEK : Tasavvuf
erbabı sönmek, söndürmek fiilini, muhtemelen, pasif buldukları için, onun
yerine dinlenmek, dinlendirmek ifadesini kullanırlar. Dinlenmekte, aktivitenin
en az noktaya çekilişi, yani az faaliyet söz konusudur. Sönmek fiilinde de tam
anlamıyla faaliyetsizlik, eylemsizlik söz konusudur. Tasavvufta ise; gerek iç,
gerek dış aktifliğin aynı anda sağlanması gibi bir durum söz konusudur. Bir
mumun söndürülüşü, onun enerjisinin bitişini ifade eder. Halbuki mumun
potansiyel (bilkuvve) olarak enerjisi varlığını sürdürmektedir, işte, bu
bilkuvve enerji devam edişine, sönmek fiilini kullanmak bir çeşit paradoksu
ortaya çıkarır. Bu yüzden, tasavvufta mum söndürülmez
"dinlendirilir".
DİREK : Mevlevî
tabiridir. Sol ayağa direk denir. Derviş semada dönerken sol ayağı sabit, sağ
ayak da onun etrafında tur atar. Sağ ayak, sol ayağı döndürdüğü için
"çark" olarak anılır.
DİREKTE DURMAK : Mukabele
esnasında, bir mazereti nedeniyle semaya girmeyen derviş, sırtını bir direğe
bağlayıp ayakta dururdu. Bu şekildeki dervişe Mevlevîler, direkte duruyor
derlerdi. Semanın yarısında yorulanlar da, hırkalarını giyip direkte
dururlardı. Bazan direkte beklemede olanlar, dördüncü selamdan sonra şevke
gelerek, şeyh postunun önünden geçer, hırkalarını çıkarmadan sema'ya
katılırlardı.
DİREK TUTMAK : Sema
sırasında, olduğu yerde dönüp bir noktada sabit kalma pozisyonuna, direk tutma
denir.
DOLABi:
Mevlevi tabiridir. Mutfak eşyasının mahfuz
bulunduğu dolaba bakan cana, dolabı denilirdi.
ELİFÎ SUMAT: Mevlevî
tekkelerinde, dervişlerin topluca yemek yemeleri için kullanılan, deriden
yapılmış sofraya denir. Deri sofralar üç türlü olur: Bir kısmı daire şeklinde,
etrafında halkalara sahiptir. Bu halkalara bir zincir geçirilip çekilince,
sofra büyük bir torba halini alırdı. Gezgin sufîler, bu tür sofrayı
kullanırlardı. Yine bir kısmı, daire şeklinde olur, dergâhlarda, özellikle
Konya Merkezî Mevlevî dergahında kullanılırdı. Üçüncü bir tür sofra da, elifî
sumat adıyla anılan, bir arşın genişliğinde uzun bir deriden ibaretti.
Açılınca, elif harfini andırdığı için, elifî sumat denilmiştir. Bu sumatın bir
ucu sumathanede, sumathanesi bulunmayan tekkelerde, meydan-ı şerifteki şeyh
postunun altına iliştirilir ve aşağı doğru yayılırdı. Sofranın iki yanına
ekmek, kaşık ve biraz da tuz konduktan sonra, üstleri uzun havlularla
örtülürdü. Sonra her kişi, için bir sahan kavurma, bir sahan lokma pilavı, bir
kâse de pelte konurdu. Dervişler bayram namazını kıldıktan sonra, meydancı
tarafından yemekhaneye davet olunurlardı. Sol el, sol dizin üzerinde olarak
yemek yenir; kıdemliler, sağda şeyhe yakın durumda otururken, kıdemsiz olanlar,
onların sol tarafına otururdu. Yemek bitince, şeyh, sumatın kendi önündeki
ucunu büker, yanındaki dervişe verir, bu sofra bükme işi, tâ öteki uca kadar
devam eder, bu şekilde sofra toplanmış olurdu. Bu şekilde dürülü hale gelen
sofra, yine meydancı tarafından, dervişlerin topluca çektikleri eyvallah ile kaldırılırdı.
Ardından şeyh, gülbank okur, sonunda da dervişler hû çeker, önlerindeki havluyu
tutarak ayağa kalkar, geri geri giderek sumathanenin iki tarafındaki minderlere
otururlardı. Üç dervişin, şeyhten başlayan el yıkamak üzere ibrik-leğen
dolaştırması ve ellerin havlulara silinmesi ile, yemek işi sona ererdi. Bu kısa
istirahat sırasında kahve içilir, dışarıdan gelenlerle topluca bayramlaşma
yapılırdı.
ELİFÎ NEMED: Nemed
Farsça, yün kemer manasınadır. Mevlevîlerin, tennure denilen etek üzerine
sardıkları kemere denir. Tarikata girilirken, şeyh tarafından üç veya yedi
dolama ile sarılır. Ayin sırasında bu kemeri takmak mecburîdir. Bu kemer,
sağdan sola doğru sarılır.
Erenler,
erenlerim : Şeyhlere ve dedelere
söylenirdi.
Eyvallah
: «iyi vallahi»den, yahut «İy
vallahi»den bozmadır. Bu söz, çağırılan kişi tarafından, efendim mukabili
kullanıldığı gibi «aşkolsun» sözüne karşılık teşekkür mânasını da ifade ederdi.
Bir soruyu tasdik yollu kullanıldığı da vardı. «Allah eyvallah» tarzında
kullanılırsa yemin makamına geçerdi.
Fahir:
Mevlevi sikkesi. Mevlevîlerle
Bektâşîler arasında müşterekti. Bektâşîler de Bektaşî tacına fahir derlerdi.
Fakiyr
: Yok, yoksul anlamına gelen bu
kelime, bütün tarikatlerde müşterekti ve ben yerine kullanılırdı.
FERECÎ: Mevlevî
derviş (can) lerinin giydikleri önü açık hırkaya, "ferecî" denir.
Mevlevî hırkaları, önceleri bornoz şeklindeydi ve yakadan geçme idi. Dervişin
biri, manevî kabz sırasında, teessüründen yakasını yırtarak hırkanın önünü
açtı. Hırkasının önünün açılması kendisine ferahlık verdiği için, bu hırkaya, o
mânâya gelmek üzere "ferecî" adı verildi.
Ganisiyim:
Müşterek bir terimdi. Bir şey
istenmeyip reddedildiği zaman söylenirdi. Bir şeyin çok olduğu da «ganî»
kelimesiyle ifade edilirdi.
GARİBLER SEMAÎ: Mevlevi
tabiri. İhya gecelerinde, yapılan mukabeleden sonra, yaşanan ruhî hazza, vecde
doyamamış, manevî tatmine tam erememiş dervişler, herkes sema-hâneden çıktıktan
ve ışıkları söndürdükten sonra, hırkasıyla on sekiz çark atarak semâ ederler.
Bu semâ, sadece türbenin ışıklarının aydınlığı altında, yarı loş bir ortamda
yapıldığından "garibler semai" diye anılır. Yapılan onsekiz çarklık
semâdan sonra, semâ-hâneden niyaz edilerek çıkılır.
Göçmek, göçünmek: Ölmek.
Gönül
etmek : Bir işin olması veya olmaması
için kalben duada bulunmak, olmasını veya olmamasını istemek himmet etmek,
birisinin işi için mânevi himmette bulunmak.
Görüşmek
: İhvandan iki kişinin,
birbirlerinin sağ ellerini, sağ elleriyle, yahut iki elle kavrayıp ağızlarına
kaldırarak ve biraz eğilerek aynı zamanda ellerinin üstünü öpmelerine dendiği
gibi Mevlevi sâliki, eline aldığı her şeyi, meselâ su içeceği vakit bardağı,
eline aldığı kahve fincanını, yatacağı vakit ve kalktığı zaman yastığını,
üstüne çekerken ve üstünden atarken yorganını, giyer ve çıkarırken, hırkasının
ve çamaşırını yakasını, sikkesinin kenarını... öperdi ki bu öpüşe de görüşmek
denirdi. Bu suretle küllî ruhun her şeye sâri olduğu, daha doğrusu her varlık,
tek ve mutlak varlığın tezahürü bulunduğu anlatılmış olurdu. Mevlevilere ait
bir terimdi.
HADÎKATÜ'L-ERVÂH:
Arapça, ruhların bahçesi demektir. Bu tâbiri Mevleviler kullanır. Konya'da
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin türbesinin dış tarafında, ancak dergah'ın sınırı
içindeki Mevlevî kabristanına verilen ad.
HÂFIZ-I MESNEVÎ: Arapça,
Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin Mesnevisini ezbere bilen demektir. Bu açıklamadan
da anlaşıldığı gibi, tâbir Mevlevîlere aittir. Eskiden Mevlevîhanlar,
çoğunlukla Mesnevî hafızı olurlardı. Âyin günleri, âyinden önce, Mesnevî'den
bir parçanın ders olarak anlatılması gerekirdi. Bu durumda Mesnevîhanlar,
ellerine kitap almadan bu işi yaparlardı. Sonradan, Mesnevîhanlar, Mesnevî'yi
ezbere bilmediklerinden, ellerine kitap alıp o şekilde kürsüye çıkmaya
başladılar. Bir de Kâri-i Mesnevî vardı ki, bu da, hâfız-ı Mesnevî'nin yanıldığı
yerde, hatırlatma yaparak onu doğrulturdu.
Hakta: «Yok»
sözü yerine kullanılırdı. Meselâ para yok yerine «mangır hakta» denirdi. Umumî
ve müşterek terimdi.
Hak vere :
Aynı mânada kullanılırdı. «Yok» sözü, hoş görülmez ve söylenmezdi. Bunun yerine
bir şeyin bittiğini, tükendiğini anlatmak için «Hak vere oldu» denirdi.
Müşterekti.
Hak erenler: Allah ve
erenler anlamını ifade ettiği gibi gerçek erenler, yahut Hak olan erenler
mânalarını da tazammun ederdi. Erenler hakkında söylenen müşterek terimdi.
HALİFE: Arapça, birinin yerine geçen, arkasından
gelen vekil olan kişi anlamlarına gelir. Tasavvuf yoluna girip Allah'a
kavuşmayı arzu eden kimseye muhib denir. Bir müddet sonra muhib olana bey'at
töreni ile "dervişlik" payesi verilirdi. Mevlevîler çile (halvet)
çıkardıklarında hücre sahibi olarak derviş unvanını alırlar. Halife, bu
dervişler arasından seçilir. Özellikle Mevlevîlerde halifelik ve şeyhlik,
fonksiyon itibariyle farklılık arzederdi. Şeyh, bir dergâhın mesnevîhanlığı
sıfatıyla, Çelebi Efendi tarafından, o dergâhı idareye ve nevniyâzlara Mesnevî
hükümlerini öğretmeye vekil olurdu. Bu sebeple şeyh, emânet ve hilâfeti hâiz
olmayabilirdi. Nitekim bu gibi şeyhlerin hizmet verdiği dergâhta, bir veya daha
fazla, hücrenîşîn hilafetnâme sahibi dede bulunduğu da olurdu. Derviş, ister o
dergâhın şeyhinden, isterse hilafetnâme sahibi kişiden sülük çıkarırdı. Burada
makbul olanı, şeyhlik yapanın aynı zamanda hilafetnâme sahibi olması idi.
Mevlevîlerde, halife adayı ile mürşid,
seccade üzerinde kıbleye karşı otururlar. Mürşid, halife adayının iki kaşı
ortasından veya kaşlarından ve bıyıklarından makasla birkaç kıl keser, hilâfet
destan sarılmış sikkesini tekbir eder, bey'at âyetini (Feth/10, 18, 19,) okur,
yorumlar daha sonra elini beyat eli tarzında tutar, Muhammed (s) suresinin 19.
âyetinin baş tarafını okur, üç kere Allah'ın adını zikreder, hırkasını tekbir
edip giydirir. Her sabah namazından sonra, bu âyetin "fa'lem ennehû la
ilahe illallah" (bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur) kısmını okuyup,
nefesinin dayanacağı kadar miktarda "La ilahe illallah" demesini
tembih eder. Bu bir nefeste, üç, beş, yedi, dokuz ve daha fazla sayıda tevhid
kelimesi çekilebilir. Tenbihten sonra, hilâfetini tebrik eder, görüşürler, tören
bu şekilde sona erer.
HALİFE DEDE: Mevlevi tâbiridir.
Bir derviş, matbaha yeni çıkınca, halife dede ona yolunu tarif ederdi.
HALİFE HÜCRESİ: Mevlevî tâbiridir.
Konya'daki merkez dergâhta, nevniyâzlarla seyr ü sülûku tâlim ile görevli
halifenin, matbah (mutfak) içindeki özel odasına verilen ad.
Hâmûşân : Susanlar
anlamına gelen bu terim, Mevlevîlere aitti, mezarlık ve ölüler yerine
kullanılırdı.
Hâmûş-hâne: Bu da
aynı mânayı ifade ederdi, Mevlevîlere aitti.
HAN-GÂH: Farsça, tekke manasında bir kelime.
Tekkenin büyüğüne denir. Âsitane de aynı anlamı ifâde eder. Zaviye, tekkeden
daha küçüktür. Bu durumda, sûfilerin toplandığı yerler, küçükten büyüğe,
zaviye, tekke ve han-gâh şeklindedir. Bektaşîlerde ve bazı tarikatlarda han-gâh
şeyhin maddî ve manevî yönetimi altında bulunurdu. Mevlevîlikteki gibi, merkez
han-gâhda, diğer bağlı tekke ve zaviyelerin kaydı tutulurdu. Osman Ergin'in
ifadesiyle, bu müesseseler şu şekilde özetlenebilir: "Dinî birer müessese
sayılan, birer içtimaî yardım, hayır ve şefkat kaynağı, birer toplantı yeri,
hattâ şimdiki tâbirle, birer klüp olan bu han-kahlardır".
Sanki hak kılmış fezâ-yı hangah-i Mevlevi
Olmada carî felekde resm-i râh-ı Mevlevi
Tâhirü'l-Mevlevî
HATT-I İSTİVA: Mevlevî tabiridir.
Semahanede, Şeyhin oturduğu post ile, tam karşısına tesadüf eden ve insanlık
makamını temsil eden "meydân kapısı"'nm arasında olduğu varsayılan
düz çizgi hakkında, bu tâbir kullanılır.
HIRKA: Arapça, bir kelime olup, Türkçe'mizde
de kullanılmaktadır. Bez anlamındadır. Tarikat cihazlarından biri de, hırkadır.
Dervişler hırkayı, genellikle zikir sırasında giyerler. Önü açık, yakasız,
genişçe, kolludur. Mevlevîlerde resmî giysidir. Mürid, şeyhin'in huzuruna
çıkarken, mescide, meydana (semahaneye) girerken hırka giyer. Ancak Mevleviler,
kural olarak, sema'ya başlamadan önce hırkayı çıkarırlar. Eskiden dervişler,
kazancının helâl yoldan olduğuna inandıkları kişilerden bez parçaları alırlar,
bunları birbirine dikip hırka yaparlardı. Buna, yamalı anlamında olmak üzere
"murakka" denirdi. Zamanla, kültürümüzde bir zenginlik olarak, hırka
ile ilgili çeşitli atasözleri ve terimler teşekkül etmiştir. Hırka giymenin,
tarikata girmek gibi bir anlamı vardır. Bu yüzden hırka, müride törenle
giydirilir. Hırkanın çeşitli renkleri olabilir. Sülûku bitirenler beyaz hırka
giyerler.
Güncide durur hırkamız altında künûzat
Dervişleriz, gerçi nazarda fukarayız.
Ziya Paşa
HIRKA-İ BERENDÂZ: Farsça olan bu kelime
hırka atmak anlamındadır. Sema sırasında, müridin, vecd galebesi sonucu,
sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder.
Buna "tarh-ı hırka" veya "remy-i hırka" denir.
Pâbürehne hırka berendaz olan bir mevlevi
Kubbe-i çarh-ı teveccüd üzre bir Anka olur.
Tâhirül-Mevlevî
HİZMET DEĞİŞTİRME : Mevlevî
ıstılahıdır. Mutfağa, 1001 hizmet günü başlangıcı olmak üzere, yeni bir mürid
(can) gelince, orada hizmet değişikliği söz konusu olurdu, mesela ayakçılık
yapan biri, yeni mürid geldiğinde, bu görevini ona terkeder, kendisi başka bir
hizmete verilirdi. Bir mürid, birden fazla hizmete koşabildiği gibi, çok sayıda
mürid bir hizmeti yerine getirebilirdi.
HİZMET TAMAM OLICAK : Mevlevîlikte, bir
müridin 1001 gün süren hizmet çilesinin sona ermesi. Dış Meydancı bu duruma
gelen müride, bir hafta önce "erenler, hizmetin tamam oldu" diye
duyuruda bulunurdu.
HİZMET TENNURESİ : Mevlevî
tennurelerinden birinin adı. Diğer tennurenin adı "Semâ Tennuresi"
idi. Sema tennuresi, hizmet tennuresinden daha uzun olur ve semâ esnasında
şemsiye gibi açılırdı.
Hora geçirmek: Yemek
anlamına gelen farsça «horden» kelimesinden yapılmaydı. Bir şey yemek anlamını
ifade ederdi. Tarikatlerde müşterek bir terimdi. Halk dilinde de vardır.
Hora geçmek: Makbule geçmek
mânasına gelen müşterek ve hattâ halk dilinde de mevcut bir tâbirdi.
HURDE-İ TARİKAT: Farsça, hurda,
ezilmiş, parçalanmış demektir. Mevlevi tabiridir. Tarikat ile ilgili ufak tefek
malûmatlara "hurde-i tarikat" denir.
HÛ SALA: Mevlevîlik tabiridir. Mukabeleye davet
için yapılan çağırış "Hû Sala" şeklindedir. Yemeğe davet de aynı
çağrıyla yapılırdı.
HUZUR: Arapça, hazır olmak, gelmek demektir.
Huzurun zıddı gâib olmaktır. Halktan gâib olan Hak ile, Hak'dan gâib olan da
halk ile huzura erer. Kalbin, Hakk'ın yanında hazır bulunmasına huzûr-ı kalb
denir. Mevlevî tabiri olarak huzur, Konya'daki türbe ve merkezî tekkeye denir.
Nurî şöyle der: "Ben kaybolunca ortaya O çıkar, ben ortaya çıkınca O
kaybolur."
HUZURA GİTMEK : Mevlevî tâbiridir.
Mevlevîliğe mensub müridin Konya'ya gidip, Hz. Mevlanâ'nın türbesini ziyaret
etmesine, "huzura gitmek" denir.
HÜCRE-İ DERVİŞANE: Bir veya iki kişinin
kalabileceği küçük oda. Hücre-i fakirane ifadesi de, aynı mânâda kullanılır.
Tekke hücreleri, böyle küçük olurdu.
HÜCRE GÜLBANGİ : Mevlevî tâbiri.
Hücreye girerken okunan gülbang. Şöyledir: İnayet-i Yezdan, himmet-i merdân,
mekin ü mekân ve safa-yı zemin ü zaman çerağ-ı rûşen, fahr-ı dervişân, zuhûr-ı
iman, kanûn-ı merdân, dem-i Hazret-i Mevlânâ, Hû diyelim Hû.
HÜCRE KÜŞADI : Farsça, küşad açmak
demektir. Mevlevî tâbiridir. Hücreyi açmak demektir. Çilesini bitirip hücresine
çıkan derviş (can), üç gün hücrede halvette kalırdı. Üç gün sonra meydancı
gelir, kapı ve perdesini açardı. Bu halvet müddetinin bittiğini ve o müridin dergâh
içinde gezebileceğini gösterirdi. Hücre açılması demek olan hücre küşâdı,
buradan kalmıştır.
HÜCRE-NİŞÎN: Farsça, hücrede oturan demektir.
Mevlevî tabiridir. Mevlevîlikte hücreye yerleşebilmek için, çile denilen 1001
günlük bir hizmet süresi gerekliydi. 1001 günlük hizmet bitince, mürid törenle
hücreye çıkar (yerleşir) di. Hücre-nişîn (hücrede kalanlar) ler her sabah
namazından sonra, murakabe yaparlar, ardından toplanıp beraberce zikir
çekerlerdi. O bitince, hücrelerine gidip, evrâd-ı şerif ve zikirle meşgul
olurlardı. Hücre-nişînler zorunluluk olmadıkça, mesela ibâdet, ziyaret gibi bir
vesile söz konusu olmadıkça, tekkeden dışarı çıkamaz, mutfakta 1001 hizmet
gününün başlarında bulunan yeni müridlerle, kalpten kalbe zulmanilik
yansımasına engel olmak üzere, ihtilât etmezlerdi. Zaruret olmadıkça, halk ile
de ihtilât etmezler, ihtiyaçlarını pazarcılar vasıtasıyla aldırırlardı.
HÜCREYE ÇIKMAK : 1001 mutfak hizmeti
çilesi biten derviş, o gün hamam töreni ile aynı gün, mebdeme'âd sırrı olmak
üzere saka (sucu) yerine oturtulurdu. Yine o gün, ikindiden sonra hücreye
çıkmadan önce, meydancı vasıtasıyla, şeyhin huzuruna çıkarılır, Şeyh tarafından
sikkesi tekrirlenirdi. O gün, ya Pazartesi'ye, da Cuma'ya tesadüf ettirilirdi.
Yemekten sonra, meydan-ı şerif'de, resm (tören) ve tarikat geleneği üzere,
ihvanın cümlesiyle müsafaha eder, ondan sonra, Meydancı'nın beraberliğinde
hücresine gönderilirdi.
İhvan : Bütün
Mevleviler birbirlerine «ihvan-kardeşler» derlerdi. Umumî olmakla beraber daha
ziyade Mevleviler tarafından kullanılırdı.
İKİNDİ MEYDANI: Mevlevi tâbiridir.
Sabah namazı kılındıktan güneş doğana kadar, ikindiden de güneş batana kadar,
tefekkür ile meşgul olan bir müslümanın, Allah katında sevap kazanacağına ait
bir hadis-i şerife dayanarak konulmuş bir usûl.
İKRAR POSTU: Konya
Mevlevîhanesi'nin "Meydan-ı Şerif" denilen, büyük meydan odası
kapısının sağ tarafındaki postun adıdır. Kapının karşısındaki sağ köşede şeyh
postunun rengi kırmızı, dedelerinki de beyaz idi. Ancak ikrar postunun siyah
olduğunu, bu yönden farklılık arzettiğini görüyoruz.
İKRAR VERMEK : Tasavvuf yoluna
girenin, Allah'a yaklaşmak niyetiyle boynunu şeyhe teslim etmesi, bir şeyhe,
derviş olduğunu ve verdiği sözden dönmeyeceğini ifade etmek demektir. Mevlevi
şeyhi Remzi Efendi "Ta'birât-ı Mevleviyye" adlı eserinde, Mevlevî
ikrarını şu şekilde açıklar: "Terk ve tecrid ile çile-i merdâne râğıb ve
tahsil-i saadet-i sermediyyeye tâlib olan âkil ve baliğ mükellef, evvelemirde,
silsile ve evradı ve tarz ve etvârı tahkik olunup sahib-i evlad ü iyâl olmadığı
ve kâffe-i ilel-i sâriyeden salim olduğu bilmuâyene zahir olduktan sonra, o
kimseye keyfiyet-i çile ve ahvâl-i mücâhede kemâliyle ifâde ve tefhîm
edilir.Cümlesine inkiyâd-ı tam ile eyvallah gû surette, hey'et-i asliyyesiyle
yani lâbis bulunduğu elbise ve kıyafetle üç gün saka yerine ik'âd olunur. Bu üç
gün zarfında, gerek ihvanından, gerek sâireden hiç kimse ile musâhebe ve
mükâlemede bulunmaz. Hasbelicâb, yalnız içeri meydancısına ifade-i hâl ve bir
haceti var ise, ondan sual eder. Evkat-ı sâirede sükût üzere bulunur. Bu üslûb
üzere üç gün tamam olduktan sonra, ol sâlik şehzade olsun, gedâzâde olsun
seyyan ve yeksan muamele edileceğinden, ibtidâ ayakçılık hizmeti verilir.
Onsekiz gün sonra, kisve-i asliyyesi alınıp hıfzedilerek sikke-i şerife ve
tennure ilbâs olunur. İcâbında liyâkat ve istidadına göre hizmeti değiştirilir.
O sâlike artık "can", "nevniyaz", "matbah canı"
tâbir olunur. Her ne hizmet teklif edilirse, cümlesini eyvallahgûyî ve
serfürûyî ile kabul ve hüsn-i rıza ve teslim-i can ile eda ve ifâya sâî olup,
hiçbir veçhile red güne muamelede bulunmaz. Kendinden ileride bulunan zâbitâne
(mürebbisine) itaat ve riâyet üzere olub, rızasına muhalif hareket etmez. Ondan
destur ve izin almadıkça çarşı ve pazara dahi gitmez. Beş vakti ihvanıyla eda
ve her sabah namazı akabindeki "ism-i Celâl" i ve meydan sünnet-i
seniyyesini beraberce îfâ eder. Hâlî vakitlerde Kur'an okur. Büyüklerin
menâkıbını dinler. Ehlullah'ın sohbetiyle meşgul olur. Ancak memur olduğu
hizmeti varken ibadat-ı nevâfile mesâğ-ı şer'î yoktur. Rakabesini mürşide
teslim eden sâlikin hâli de böyledir. Fersiz bittabi müstesnadır".
Sözünden cayanlara ve dervişlikten çıkanlara "peyman şiken" (söz
bozan) denirdi."
İNÂS ÇELEBİ: Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin neslinden gelen erkek çelebilerin kızlarına,
"inâs çelebi" denirdi, inâs, hanım demektir. Erkek çelebilere de
"zükûr çelebi" unvanı kullanılırdı, "inâs, çelebi" tâbiri,
kızlardan doğan erkek evlatlar ile, yine bu erkek evlatlardan doğan erkek
çocuklar için de, kullanılırdı, "inâs çelebi" sonradan doğan kızlara
geçmezdi.
İSTİVA: Arapça, kurulma,
kaplama, hâkim olma, eşit olma vs. gibi anlamlan olan bir kelime, istiva edilen
şey üzerinde zuhur etmek, istiva eden Hakk; istiva edilen ise Arş'tır.
Mevlevîlik tâbiri. Giyildiğinde tam orta yerinden, önce tepeden aşmak ve
arkadan ense çukuruna dikey olarak uzamak üzere sikke (başlık)'ye dikilen yeşil
deriye verilen isim.
İSTİVASINI
SÖKMEK :
Mevlevî deyimidir. Bir Mevlevi dervişi (can) büyük bir kusur işleyince serpa
denilen yakasındaki şeritler sokulurdu. Bu, askerde suçlu bir subayın
apoletlerinin sökülmesi gibiydi.
KAN ET, KANUN
ETME :
Tarikat erkânına, yeni bir şey katmamak gerektiğini ihtar etmek üzere söylenir.
KANINI İÇİNE
AKIT :
Cezbe geldiği zaman veya bir hâl zuhurunda, dervişin bunu dışarı
aksettirmemesi, sezdirmemesi ve normal davranıştan uzaklaşmaması demektir. Bu,
temkin ehli sûfilerde olur. Telvin ehli olanlarda bu durum aksinedir. Bu,
melâmet tavrı olarak da değerlendirilir.
KAPIDAN
GEÇMEK : Tasavvuf'î planda, murakabe özelliğini kazanmayı ifâde eder.
Mevleviler bu duruma, kapıdan geçmek derler. Bu, çilesini bitirenlerin veya
başka dergahtan gelip hücreye çıkacakların, veyahut çilekeş olmayıp da,
fazileti ve olgunluğu bulunması veya şeyhe vâris olması sebebiyle, kendisine
dedelik payesi verileceklerin "Murakabe Meydanı" na kabulüdür. Şeyh
tâyini nedeniyle, ziyafet çekmek de, âdettir. Bu durumda ziyafetin masrafı,
yeni şeyh efendiye âittir.Akşamdan sonra, yeni şeyhin dışında herkes meydanda
toplanıp yemek yer, kahve içerdi. Daha sonra Meydancı, yeni şeyh olan efendiyi
meydana davet ederdi. Şeyh, başta tarikatçı olmak üzere, sağ ve soldaki
dedelerle çift elle musâfaha ederdi. Ayakta, niyaz vaziyetinde bulunan mutfak
canları (mutfak görevlisi dervişler) ile görüştükten sonra, şeyh de niyaza
dururdu. Tarikatçı o sırada şu gülbanki okurdu: Vakt-i şerif hayrola, hayırlar
fethola, serler defola, derviş kardeşimizin meşihat hizmeti mübarek ola, niyazı
kabul ola, demler, safâlar ziyâde ola, dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim
Hû". Yeni şeyh efendi, o gece Hazret-i Şems'de yatardı. Arzu durumuna
göre, orada bir iki gün kalırdı.
KÂRİ
DEDE: Kârî, Arapça'da okuyucu manasına gelir. Mevlevî tâbiridir. Kârî
Dede, Mesnevî okurken, Mesnevî-hanların yanına oturup, beytleri okumak
suretiyle onlara yardım ederdi. Bunun yerine Kâri-i Mesnevî unvanı
kullanılırdı.
KÂRİ-İ
MESNEVÎ: Arapça, Mesnevî okuyan demektir. Mesnevî-hanlar Mesnevî okurken,
yanlarına oturup, onlara takıldığı yerlerde yardım ederlerdi. Mesnevî-hanlar, Mesnevî'yi
ezbere bilirler ve dersi ezbere yaparlardı. Sonraki dönemlerde, güçlü Mesnevî
hafızları azaldığı için, yanıldıkları vakit hatırlatma işini yapmak üzere,
elinde kitap tutan yardımcı bulundurulmaya başlandı. Mevlevîhanelerin
bazılarında yanyana iki kürsü vardı. Birinde Mesnevî-han, diğerinde Kari-i
Mesnevî otururdu. Ders, Kari-i Mesnevî'nin iki beyit okumasıyla başlar, sonra
Mesnevî-han devam ederdi. Şayet Mesnevî-hanın okuma sırasında unuttuğu beytler
olursa, bunu Kari-i Mesnevî hatırlatırdı. Daha sonra Kari-i Mesnevîlik bir paye
haline gelmiştir. Ancak son devirlerde Mesnevî-hanın önünde Mesnevî
bulunduğunu, unutunca, açıp baktığını, bu yüzden Kari-i Mesnevî'ye ihtiyaç
kalmadığını görüyoruz. Ancak kürsü dibinde oturan Kari-i Mesnevî, ilk iki beyti
okuyarak derse başlama âdetini devam ettirmekteydi.
KAZANCI
DEDE : Mevlevîlikte mutfak, yeni dervişler için ilk terbiye ve hizmet
mahallidir. Mutfağın en kıdemli ve önde gelen görevlisine Kazancı Dede denirdi.
Bu zat sertabbâh (başaşçı)'nın muaviniydi. Kazancı Dede, çilesini bitirmiş
yetenekli kişiler içinden seçilirdi. Mevlevîliğe girmek isteyenler, Kazancı
Dede'ye müracaat ederlerdi. Dede, ona "dervişlik zordur, çileyi kırmak
(yarıda bırakmak) iyi değildir. Dervişlik âteşten gömlek, demirden leblebidir.
Aç kalmak, döğülmek, haksız yere söz işitmek vardır. Dervişlik, ölmezden evvel
ölmek demektir. Bunlara dayanabilirsen gir" derdi. Dervişlikte ısrar eden
kişi için şeyh efendiden izin, yeni girenden de ikrar alınırdı. Kazancı Dede,
zaman içinde yükselerek Sertabbâh (Başahçı) olurdu.
KAZANCI
POSTU : Kazan kelimesinin aslı kazgandır. Mevlevîlikte, Kazancı Dede'nin
oturduğu özel posta, Kazancı Postu denirdi. Bu postun rengi beyaz olur ve
mutfağın giriş kapısının tam karşısındaki yerde, serili olarak dururdu.
KAZANLIK:
Mevlevî tâbiridir. Mutfağın altında lokma kazanının bulunduğu bodruma, kazanlık
adı verilirdi. Burası, edeb dışı davranışta bulunan dervişleri cezalandırmak
üzere, bazan hapishane olarak da kullanılırdı.
KAZAN
YATAĞI: Mevlevî tekkelerinde, mutfak âlet ve edevatının bulunduğu yere
denir.
KOL
AÇMAK : Mevlevî terimidir. Mevlevî dervişleri sema ederken, sağ el
yukarı, sol el aşağı gelmek üzere, kollarını açarlar. Buna kol açmak denir.
Hak'tan aldığımızı halka veririz, demektir.
KÖÇEK-KÛÇEK:
Farsça, küçük demektir. Sema eden genç delikanlılara kûçek (veya
köçek) denir.
Mevlevîler köçeği ol sanemâ giy
külehi.
Def ü nây ile sema eyle salın
gâhgehi.
Şahidi.
Şeyhin hizmetindeki dervişe,
küçek denir. Böyle bir derviş, bir başka yerde anlatılırken "falan şeyhin
küçeği" diye anılır. Kıdemsiz dervişlere de, küçek denir.
KUBÂBUL-AKTÂB:
Arapça, kutupların kubbeleri demektir. Mevlevî deyimidir. Konya
mevlevihanesinde, Mevlevî kutublarından sultânu'l-ulema ve onun neslinden gelen
(çelebi) yedi velinin mezarının bulunduğu kubbenin altına, kubâbu'l-aktab
denir.
KUDÜM: Tekke
musikisi enstrümanlarından biri de, kudûm'dür. Gövdesi bakır veya pirinçten
yapılmış olup, yanyana iki tane birden olarak kullanılır. Kudüm çanağı, eskiden
dut ağacından yapılırmış. Birisinin üzerine deve, diğerininkine de merkep
derisi gerilir. Zahve denilen, kemikten yapılmış, uçları yuvarlak iki değnekle,
bu enstrümana yavaş yavaş vurularak usûl tutulur. Mevleviler arasında yaygın
olarak kullanılır. Bununla ilgili olarak bir anekdot anlatılır. Anekdot,
Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Osman Selâhaddin Efendi'ye aittir. Yenikapı
Mevlevîhanesi'nin yakınındaki bir köşkte, düğün münâsebetiyle hazır bulunan
müzik ekibinin çifte nâra (kudüm'e benzer) sı patlar. Çalan çingene, o
civardaki mevlevîhanede bunu bulacağını düşünerek, oraya koşar.
Kudumzenbaşı'dan kudüm ister. Ancak bu yaman çalgıcının isterken, "kudûm-i
şerif" demeyip "çifte nâra" deyişi de canını sıkar. Ona
"çifte nâra demezler, kudûm-i şerif derler" karşılığını vererek,
kapıdan koğar. Sonra gidip, durumu şeyhe şikâyet eder. Rind bir zat olan Osman
Selâhaddin Efendi, "neşelerini kaçırmayaydın, vereydin" deyince
kudûmzenbaşı "ama efendim kudûm-ı şerife, bu çingene çifte na'ra
diyor" diye mukabele eder. Şeyh Efendi de şu karşılığı verir: "Zararı
yok, o, çingene eline düşerse çifte nâra, tekkeye gelirse yine kudûm-ı şerif
olur"
Gel dergeh-i munlâya da bak gör
ne safa var,
Her bir elem-i mühlike bin
derd-i deva var.
Efsâne-i zühhâd gibi zerk u riya
yok
Avâz-ı kudüm u ney ü tanbur-ı
neva var.
Hüseyn Fahreddin Dede
KUTB-I
NÂYİ : Mevlevi deyimi, Mevlânâ zamanında neyzenlik yapan, Hamza
Dede'ye, Kutb-ı Nâyî denir. Manası, ney çalanların kutbu, başı demektir.
KUZULUK
: Mevlevî tabiridir. Yemekhane duvarlarındaki hücrelere kuzuluk
denir. Burada, su tası, peşkir gibi, sofra takımları muhafaza edilirdi.
KÜSTAH
: Mevlevî tâbiri. Tarikat adabına aykırı davranan suçlular için
kullanılırdı.
LEYLETÜ'L-ARÛS: Arapça,
gerdek gecesi demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin çok
sevdiği Mevlâ'sına kavuştuğu geceye "Gerdek Gecesi" (Leytetûl-Arus)
denir. Her sene, o gün özel merasimler düzenlenir. Farsça olarak, o güne Şeb-i
Arûs (Gerdek Gecesi) da denir. O gün, ikindiden sonra zikirler çekilir.
Kur'ân-ı Kerimler okunur. O gecenin özel bir gülbanki vardır.
Pişter â pişter â cân-ı men
Peyk-i der hazret-i sultan-i men
Vakt-i şerif hayrola, hayırlar
fethola, şerler def ola, Leyle-i Arûs-i Rabbani vuslat-ı halvet serây-ı
Sübhâni, Hakk'ı Akdes-i Hüdâvendiğâride ân be ân vesile-i i'tilâ-yı makam ve
füyuzât-ı rühaniyyet-i aliyyeleri cümle peyrevânı hakkında şâmil ve ân ola.
Dem-i Hazret-i Mevlana Hû diyelim Hu."
LOKMA: Aslen
Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı manada kullanılmaktadır. Tekkelerde
yemek yedim denmez, onun yerine "lokma ettim" denir. Cur'a, bir ağız
dolusu (yudum) suya; lokma, bir ağıza alınacak kadar yiyeceğe denir. Mevlevî
tekkelerinde, bir çeşit yemeğe "lokma" adı verilir. Bu; pirinç, et,
soğan, nohut, kişniş ve fıstıktan yapılan bir tür pilavdır. Bu pilav, Cuma
geceleri veya bazan pazartesi günü pişerdi. Bu pilav için özel bir kazan vardı
ki, bu kazanda, lokmadan başka bir yemek pişmezdi. Bu kazan bembeyaz kalaylı
olur, Ateşbâz-ı Veli Ocağı denilen özel bir ocak üzerine konarak, içinde pilav
pişirilirdi.
Yemeğe buyurun demek için,
"lokmaya buyurun" ifadesi kullanılırdı. Yemek vaktinin geldiğini,
görevli can (derviş), "Hû... lokmaya sala" seslenişiyle duyururdu.
Geçimi dar veya herşeyi yeter görüp, fazlaya rağbet etmeyen tok gözlü insanlar
için "bir lokma.bir hırkaya talip" denir. Bize bağlı olanı, dünya ve
âhirette mahrum bırakmayız anlamında olmak üzere, "lokması boğazımızdan
geçen, yabanda kalmaz" denilir. Mevlevî tekkelerinde pilav pişirilmesine,
"lokma basmak" tâbiri kullanılır. Yiyecek bir şey olmadığını ifade
etmek için " lokma Hak vere" denilir.
MATBAH CANI: Matbah Arapça bir
kelime olup, Türkçemizde "mutfak" şeklinde kullanılmaktadır. Mutfak
nasıl yemeklerin pişirilip, yenilir, hale gelme işleminin gerçekleştirildiği
bir yer ise, aynı şekilde, insanın da olgunlaştığı yer olarak kabul edilmiştir.
Mevlânâ'nın "Hamdım, piştim, oldum" ifâdelerinde, bu hususun kısaca
özetlendiğini görüyoruz. Tasavvuf okullarında hizmet etmek, manen yükselişin
önemli âmillerinden biridir. Bu hizmet süresine "çile" adı verilir.
Sûfilik yoluna karar veren kişi, mutfakta kendisi gibi çileye girmiş
dervişlerle beraber yatar. Kendisine "matbah canı" denir. Burada
kalan dervişlerin terbiye işi, "aşçıbaşma aittir. Bu işi, Mevlevîlikte
"Dede" yapar.
Muallâ dudmân-ı evliyadır Matbah-ı Monla
Dil ü cana ocâğ-ı kimyadır Matbah-ı Monla
Eşref Dede
(Yani: Mevlâna'nın mutfağı yüce erlerin
durağıdır: Mevlânâ'nın mutfağı gönüle de, cana da kimya ocağıdır, o ocağa
giren, altın olur.)
Aşk harmanında savruldum
Hem elendim, hem yoruldum:
Kazana girdim kavruldum,
Meydâna yenmeğe geldim.
Muhyiddin Abdal
MATBAH-I ŞERİF: Arapça, şerefli
mutfak demektir. Bu tâbir, özellikle Mevlevîler'e aittir. Mevlevî tekkelerinde,
bir dervişin ilk terbiye yeri mutfaktı. Konya'da "Âsitâne" adıyla da
anılan merkez dergâhta iki önemli mekân vardı. 1- Yemeklerin piştiği mutfak 2-
Zikir ve semânın yapıldığı "Semahane". Mutfağa, dergahın tam
ortasındaki kapıdan giriliyordu. Burada, bina boyunca devam eden genişçe bir
koridor bulunurdu. Bu koridorun sağ tarafını, binanın o cephesini vücûda
getiren, büyük bir oda teşkil ediyordu. Sol tarafı da, asıl mutfak bölümünü
oluşturuyordu. Sağ taraftaki o büyük odaya, "Meydan Odası" veya
"Meydan-ı Şerif" denirdi.
Matbah-ı Şerife de büyük bir kapıdan
girilirdi. Burada, en büyük kazanları bile, içine alacak şekilde geniş bir ocak
vardı ki, buna "Ateşbâz-ı Velî Ocağı" denilirdi. Bu ocak da, önem
arzeden bir yerdi. Mutfağın sağ tarafında iki oda vardı. Bunun biri "Can
Odası" denilen büyük bir oda, diğeri de, mutfak takımlarının bulunduğu
"Kazanlık" idi.
Matbah-ı Şerif, Mevlevî dergahlarının önemli
yerlerinden biridir. Mevlevîliğe girmek isteyenlerin ilk girdikleri kapı ve
tarikata kabul olunmak için, bir müddet hizmete mecbur oldukları ilk
merhaledir. Yani mutfakta yemek değil, aslında dervişler pişerdi. Bazan,
pazartesi günü olmak üzere, her pazar pilav pişirilir ve pilava lokma denirdi.
Bu pilavın pişirilmesi, bir takım usûl ve merasimlere bağlıydı. Pilav için ayrı
bir kazan vardı. Gümüş gibi parlak olan kazan, beze sarılı olarak özel bir
dolapta muhafaza edilirdi. Pilav sadece bu kazanda ve özel bir ocakta
pişirilirdi. O ocağa, Âteşbâz-ı Velî Ocağı denirdi. Pilav pişirileceği zaman,
"Kazancı Dede" kazanın başına gelir, bizzat nezaret ederdi. Kazancı
Dede, pilav pişerken "Âteşbâz-ı Velî Postu" na otururdu. Bu pilavda
kullanılan malzemeler şunlardı: Pirinç, et, nohut, kişniş, fıstık. Kazancı
Dede, pişirme işini orada bulunan matbah canlarına taksim etmişti. Kimisi
suyunu kor, kimisi etini hazırlar, kimi de tuzunu dökerdi. Ve bu işler, hep bir
sıra ve düzen içerisinde yapılırdı.
Giren müştaktır ol dudmâne (ocağa) girmeyen
müştak
Misal-i Ka'be bir hayret matbah-ı monla
Şeyh Gâlib
Mangır:
Para. Bu da müşterekti.
MEMŞACI: Memşa Arapça'da gitme yeri, gidilen
yer vs. gibi anlamlan ifade eder. Türkçemize galat olarak memşâne veya
memişhane olarak intikâl etmiştir ki, tuvalet manasına gelir. Mevlevi
tekkelerinde tuvalet temizliği yapan kimselere, "memşâcı" denir.
Bunlar, tuvalet temizliği yapar, sularını yeniler, bu şekilde nefsin kibirini
kırmaya çalışırlardı. Bu görev, çeşitli adlarda, diğer tasavvuf okullarında da
bulunur.
MESNEVÎ-HAN:
Farsça, Mesnevî okuyan demektir. Kürsüde Mevlânâ'nın Mesnevîsi'ni açıp, onu
okuyup şerhederek vaaz veren kimseye mesnevî-hân denir. Mevlânâ zamanında bu
görev yoktu. Zâten müridlerinin çoğu Farsça bilmekteydi. Mevlânâ'nm yerine
geçen Hüsameddin Çelebi, muayyen zamanlarda Mesnevî'yi okuyup şerhetmeye
başladı, ilk Mesnevî-hân ve bu işle ilk uğraşan Hüsameddin Çelebi, bazı
kişilere, aynı görevi yapmak için icazet verdi. Serâceddin Mesnevî-hân,
bunlardan biridir. Ondan sonra şeyh olan Sultan Veled de, aynı görevi sürdürdü.
Mesnevî-hânlar özel bir destâr sararlardı. Son zamanlarda Konya'da, Sıdkı Dede,
İstanbul'da Hoca Hüsameddin ve Şeyh Osman Selahaddin, Selanikli Mehmed Es'ad
Dede, Galata Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzi Dede, meşhur Mesnevî-hânlardandır.
MESNEVÎ-HANLIK
KÜRSÜSÜ:
Mevlevî tekkelerinde, Mesnevî takrirlerinin yapılması için, yanyana konan iki
kürsüye denir. Bu kürsülerden birine Mesnevî-hân, diğerine Kârî Dede otururdu.
Mesnevî-hân, ders takririni yaparken, Mesnevî'yi ezberden okur, hatırlayamazsa,
yanındaki kürsüde oturan Kârî Dede, önündeki Mesnevî'ye bakarak, ona unuttuğu
yerleri hatırlatırdı.
MEŞK TAHTASI: Mevlevi tabiri,
"semâ tahtası" da denir. Sema'a yeni başlayanlar, bunun üzerinde
alışma çalışmaları yapar. Derviş, Semazen Dede'nin kontrolü altında, ayağının
baş parmağını geçirmeye mahsus bir çivi bulunan bu cilâlı tahta üzerinde, uzun
süre sema alıştırması (meşk) yapar. Bu uygulamalarda başarılı olduğu, dede
tarafından onaylanınca, semahanede semâ yapmasına izin verilir.
MEVLÂNÂ: Sahibimiz,
efendimiz, anlamında Arapça bir kelime. Bu kelime tek başına kullanılınca,
Mevlevî tasavvuf okulunun kurucusu Mevlânâ Celâleddin Rumî anlaşılır.
MEVLEVÎ: Mevlânâ'nın
kurduğu tasavvuf okuluna mensub olanlara verilen ad. Tarikatın adı
Mevleviyye'dir.
MEVLEVÎ-HANE:
Mevlevî tekkelerine verilen isim. Mevlevî-hanelerin en büyüğü, tarikatın
merkezi olan Konya'daki mevlevîhâne idi. Konyadaki merkezî tekkeye Âsitâne
denirdi.
MEVLEVÎ SİKKESİ: Mevlevîliğe mensub
kişilerin başlarına giydiği başlığa, Mevlevî sikkesi veya sikke denirdi.
MEVLEVÎ ŞEYHİ : Mevlevî şeyhlerine
verilen ad. Mevlevîler kendi aralarında şeyhe "dede efendi" derlerdi.
MEVLEVİYYE: Mevlânâ'ya izafe
edilen, ancak oğlu Sultan Veled (ö. 712/1322) tarafından kurulmuş bir tasavvuf
okulu. Daha sonra ortaya çıkan bazı kolları: Şemsiyye, Velediyye, Postnişîniyye
ve irşâdiyye.
MEYDÂN: Arapça, geniş alan
demektir. Tasavvufta, kâinat anlamındadır. Mevlevî meydanı, âyinin yapıldığı
yerdir.
MEYDANCI: Dergahtaki meydan
hizmetlerine bakan, mukabele yapılacağı zaman şeyhin postunu semahanede yere
seren, âyinden sonra kaldıran, yemek ve mukabele vaktini kuralına göre
duyuracak dervişe sala vermesini emreden görevliye Meydancı veya Meydancı Dede,
yardımcısına da "Meydancı Yamağı" denir.
Mevlevî tekkelerinde "iç Meydancı"
ve "Dış Meydancı" diye iki türlü meydancı olurdu, iç Meydancı mutfak
işlerine, Dış Meydancı da mutfak dışındaki işlere bakardı.
Mihman : Farsça
konuk anlamına gelen bu kelime, aynı mânada kullanılırdı. Müşterek ve umumi bir
tâbirdi.
MOLLA-YI RÛM: Farsça, Anadolulu
bilgin demektir. Mevlevî tasavvuf okulunun kurucusu, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî
hakkında kullanılan bir tabir.
MUHİB: Arapça, seven
demektir. Tasavvuf yolunu ve o yolda gidenleri seveni ifade eder. Tasavvuf
yolunu seven, fakat o yola girmemiş kişiye muhib derler. Mevlevî
muhibleri için tekkede ayrı yerler olur.
MUKABELE: Arapça,
karşılaşmak, biriyle karşı karşıya gelmek anlamındadır. Dervişler, zikir
çekerken karşılıklı halka halinde otururlar. Bu şekilde karşılıklı oturmaları
veya toplu halde şeyhin karşısında bulunmaları sebebiyle, zikr toplantısına
mukabele denmiştir. Mevleviler de, Sultan Veled Devri, veya Devr-i Veledî diye,
semadan önce, Semâhâne'nin etrafında üç kez dönülen törende, şeyh postunun
önünde, dervişler birbirlerine niyaz ederler ki, işte bu sebepten semâ'a da
mukabele adı verilir. Camide, hafızın cemaatı karşısına alıp Kur'an okumasına
da mukabele denir.
MUKABELE GÜNÜ: Dergahlarda,
mukabelenin (zikr töreninin) icra edildiği güne, mukabele günü denirdi. Her
tarikatın veya tekkenin mukabele günü farklıydı.
MUKÂBELE-İ
ŞERİF: Arapça,
şerefli mukabele demektir. Mevlevi zikr tören(ayin)ine, Mukâbele-i Şerif denirdi.
Bütün muhiblerin iştirakini sağlamak üzere, tatil olan cuma günü yapılırdı.
MUTRİB: Arapça, şarkıcı,
neşelendiren, coşturan anlammadır. Rumuzu açan, hakikati açıklayan, ariflerin
gönüllerini mamur hale getiren ve bu suretle teşvikte bulunan ve feyz ulaştıran
kişiye mutrib denmiştir.
Eshab-ı lyş u işreti selbetti dehr-i dûn
Pîr-i mugana, mutriba, rindana hasretiz.
Abdülbaki Feyzi
MUTRİB-HÂNE: Mevlevî tabiri. Ney,
kudüm çalan ve ayin okuyan (ayinhan)ların bulunduğu özel yer (mahfil)e
mutrib-hâne denir.
MÜBTEDÎ: Arapça, yeni
başlayan, acemi demektir. Bir şeyi yeni öğrenmeye başlayan öğrencilere, mübtedî
(işin başında) denir. Tasavvufî olarak, tam anlamıyla kendini Allah'a vererek,
tasavvufî sulûke azm kuvveti ile başlayan kişi anlamına gelir. Bu kişi, tarikat
edeblerini vazife edinir. Sağlam bir irâde ile hizmete sarılır. Mevlevîlik'te
1001 günlük çileye giren canlar, mübtedî olarak değerlendirilirler. Başlangıçta
verilenleri tam anlamıyla yapanlar, maneviyat yoluna kabul edilirler.
MÜNTEHİ: Arapça, son, sona
varan gibi anlamlara sahip bir kelime. Mevlevilik'te 1001 günlük çileyi
tamamlayan kişi, yapılan merasimle "dede" olur. Dedelere, müntehî
denir. Çileye yeni girene, "mübtedî" adı verilir.
NA'T-GÛ: Arapça-Farsça iki
kelimenin birleşmesiyle meydana gelmiş olup, na't söyleyen, demektir. Hz.
Peygamber'e övgü şiirleri yazan şâirlere, na't-gû denir.
NA'T-HÂN: Arapça ve Farsça iki
kelimenin birleşmesinden oluşan ve na't okuyan anlamına gelen bir söz.
Na't-han'lar, eskiden yalnız başlarına camide cumadan önce, tekkelerde de zikir
aralarında na'tlar, okurlardı.
NÂYÎ: Ney çalan kişilere
denir. Ancak neyzen tâbiri daha çok kullanılır.
NÂZ: Farsça, cilve,
işve anlamlarına gelen bir kelime. Tasavvufî olarak, aşıkın maşuka güç vermesi
demektir.
NAZ-NİYAZ: Naz aşıklara, niyaz
ariflere mahsustur. Niyaz Farsça, yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında,
bulunmak, dua etmek, selam etmek, hürmet etmek anlamlarına gelen bir kelimedir.
Naz ehlinin Allah'a nâzı geçer. Bunlardan sık sık şatah ifâdeler (dikişsiz
sözler, sümüklü manalar) zuhur eder. Naz ehlinde, alışıla gelen edeb tavrına
rastlanmaz. Niyaz ehli olanlar da ise; edeb, İslam'ın kurallarına uyma,
esastır. Aşk u niyaz etmek ve niyaz etmek, selâm karşılığında kullanılır.
Lezzet-i nâza gerçi söz yokdur,
Liyk zevk-i niyaza aşk olsun.
Nâbî
Burada niyaz üstün tutulmuştur.
NAZAR: Arapça, bakmak
demektir. Tasavvufî olarak, mürşidin müridine manevî yolla bakışı demektir. Bu
bakış, feyzin akmasına ve intikâline sebeptir. Mevlevîlerde nazar şu
şekildedir: Ayinde, Devr-i Veledî'de dervişler post önünde birbirlerine karşı
durup bakıştıktan sonra, niyaz eder, ardından yine birbirlerine nazar ederler.
Şeyhin bu bakışı, müridi çok kısa bir
zamanda yetiştirir. Mesela Hacı Bayram Veli, halifesi Şeyh Lütfullah'ı,
Ankara-Balıkesir yolculuğu sırasında, kısa zamanda nazarla yetiştirmiş ve onu
Balıkesir'e halife olarak nasb etmiştir. Tasavvuf erbabı "ben",
"sen" yerine "fakîr", "hakîr" ifadelerini
kullandıkları gibi, "nazarım, nazarlarım" gibi ifâdeleri de
kullanırlar. Nazardan düşmek; şeyhin teveccühünden, gözünden düşmek, demektir.
Nazara uğramak; göz değmesi, nazar değmesi demektir. Ancak bu kelime, sûfîler
arasında, bir büyüğün teveccühüne mazhar olmak şeklinde, olumlu manada kullanılır.
Nazara gelmek, göz değmesi demektir. Nazar etmek; birine teveccüh etmek, onu
hâl ehli etmek anlamına gelir. Safa nazar, temiz bakıştır. Aynı şekilde, bunun
zıddı kem nazar da, kötü bakış demektir. Bakışıyla insanı olgunluğa eriştirmek
gücüne sahip kişiye, sâhib-nazar derler.
Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kıldı,
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.
Yunus Emre
NAZARIN: Arapça, bakışın
demektir. Mevlevi ıstılahıdır. Bunu, Bektaşîler "nazarım" diye
kullanırlar. Tasavvuf yolunda varlık ifade eden ben, sen gibi enaniyet sözleri
yerine "fakir" veya "nazarım" tabirleri kullanılır. Mevlânâ
bu konudaki bir beytinde, "insan nazardan ibarettir, üst tarafı etle
deridir, gözünün gördüğü şey, onun hayrıdır"der. O, bununla "basiret
gözü açık ve kendisi uyanık kimse, insandır" demek istemektedir. Bir
Mevlevi, birine "nazarım" demekle, Mevlânâ'nın bu beytinin mealini
imâ ederdi.
Nazarım : Sen
yerine kullanılırdı. Mevlevîlikte nazarın, yâni bakışın büyük bir ehemmiyeti
vardı. Hamzaviler gibi Mevleviler de mürşidin bakışının, insanı cezbeye
ulaştıracağına inanırlardı. Devr-i Veledî'de karşılaşanlar birbirlerinin
yüzlerine ve kaşlarının aralarına bakarlardı. Aynı zamanda karşımdaki, benim
nazarım olur, ben de ona nazar kesilirsem birleşmiş oluruz ki bu takdirde
kelime, birliği de anlatır. Umumî olmakla beraber daha ziyade Mevleviler ve
Bektâşîler tarafından kullanılırdı.
NEMED-PÛŞ: Farsça, aba giyen
demektir. Dervişe nemed-pûş denir. Sırtlarına yünden aba giydikleri için,
dervişler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Nemed, keçe, aba, yünden yapılma
örtü demektir.
Külahım asumandır tâc ü fahre rağbetim
yokdur,
Nemed-pûşf-i tecrfdim cihana minnetim
yokdur.
Zarîfî Ahmed Bey
NEV-NİYAZ: Farsça, yeni
niyaz, yeni yalvarma demektir. Bu bir Mevlevi tâbiridir. Tarikata yeni giren
dervişe nev-niyaz denir. 1001 günlük çile hayatına "ayakçılık"
vazifesiyle başlayan yeni dervişler bu isimle anılırdı. Nev-niyazlar sabah
akşam dedeler (dedegân) ile birlikte ism-i celâl okurlardı.
Munla ki nev niyazına tekbir-i aşk eder
Uftâde-i muhabbetini pir-i aşk eder.
Gölpınarlı
Nezir-i Mevlânâ: Mevlânâ
nezri, dokuz ve dokuzla kabil-i taksim olan sayılardır. Dokuzun iki misli olan
onsekiz sayısı tam nezir sayılır ve onsekiz sayısı, nezr-i Mevlânâ'yı ifade
ederdi. Tekkeye giden, derğâhtan çıkarken, dedesiyle görüşür ve bu sırada sır
olarak, yâni gizlice avucuna, yahut niyaz ederken postunun altına, kudretine
göre onsekiz kuruş, yahut onsekiz yirmibeşlik, yarım lira... koyardı. Kudreti
yoksa yeşil bir yaprak, nezir yerine geçerdi.
Onsekiz sayısının Mevlevîlerce
kudsiyeti nerden gelmektedir? Huseyn Fahreddin Dede, mecmuasında nezr-i
Mevlevi'yi şöyle izah etmiştir:
«Nezr-i Mevlevi onsekiz olmak,
Hazret-i Mevlânâ azzamallâhû zikrehû ve kuddise sırrahul a'lâ'ya yevmiyye
onsekiz defa vürud eden tecelli-i zâta mebnidir. Her biri bin derece itibariyle
müşahedatı onsekiz bin âlemi cami' olduğu gibi Hayy ism-i şerifine dahi
mutabıktır. Kezalik nezr-i Şems altı olmak, altışar bin itibariyle üç mevalid
de cem'i adette envâını nezr-i Mevlevi câmi'dir.»
Bu izahattan anlaşılıyor ki
Mevlevîlerde bir de «nezr-i Şems» vardır ve bu nezrin sayısı altıdır.
Sûfîlerce mutlak varlık olan
Allah, zatî iktizası olan hakıykat-i Muhammediyye'ye tenezzül etmiş ve bundan
da kâinat zuhur eylemiştir. Yaratıcı kudretin aktif kabiliyeti olan «akl-i
küll» le pasif kabiliyeti olan «nefs-i küll», dokuz göğü meydana getirmiş,
bunların hareketi, dört unsuru izhar eylemiştir. Dokuz gökle dört unsurdan
cemat, nebat ve hayvan vücut bulmuştur. Böylece kâinat, kısa ve toplu bir
bakımla onsekiz varlıktan meydana gelmektedir. Mübalâğa ve tafsil bakımından bu
onsekiz âlemin her biri, Araplarca son sayı olan binle ifade edilmiş ve «onsekiz
bin âlem» sözü meydana çıkmıştır.
Aynı zamanda Mevlânâ, Mesnevi'nin
ilk onsekiz beytini bizzat yazmıştır. Mevlevîlerce bu onsekiz beyit, Kur'ânın
Fâtiha'sı gibi bütün Mesnevi'nin özüdür. Allah adlarından «Hayy-daimî diri» adı
da ebced hesabında onsekizdir. Bizce bu dokuz ve bilhassa onsekiz sayısında
daha ziyade bu inancın ve Mesnevinin ilk onsekiz beytinin tesiri vardır.
Nezr-i Mevlânâ, edebiyata da
girmiş ve tarih düşürülürken bu sayı, tarih mısraına eklenerek veya mısradan
çıkarılarak tam sayının bulunması yoluna gidilmişti. Bu terim de Mevlevîlere
mahsustur.
Niyaz: Baş
kesmek de denir. Mukabeleyi anlatırken niyazdan bahsetmiştik. Mukabeleden başka
zamanlarda bir Mevlevi, diğer bir Mevlevi ile ayakta buluşunca her ikisi de şu
suretle birbirlerine niyaz ederlerdi: Niyâz eden, şehadet parmağını, diğer
parmaklara nispetle düz olarak tutup sağ elini dudağına götürür ve şehadet
parmağını sükût işareti yapar gibi dudaklarının üstüne biraz mail olarak koyup
hafifçe öper ve derhal yine parmaklar biraz açık olarak elini kalbinin üstüne
koyup başını eğerdi. Karşıdaki de aynı tarzda sağ eliyle aynı hareketi yapar ve
baş keserek niyaz etmiş olurdu. Bu, parmağı ağza götürmek, sırrı fâşetmemeğe ve
sükûta, baş kesmek de insanı takdise alâmetti.
Dergâha, şeyhe, dedeye ve canlara
verilen hediyeye de niyaz denirdi. Bu bakımdan niyaz, aynı zamanda nezir
müradifiydi. Umumî bir terimdi.
NİYAZ AYİNİ : Mevlevî
tâbiridir. Mevlevî sema'ında ayinin, şeyhin neş'esine veya hazır bulunanlardan
birinin isteği üzerine, biraz daha uzatılması şeklinde olurdu. Törenin bu
uzatılan kısmına, Niyaz Ayini denirdi. Niyaz ayininin yapılışı şu şekilde
olurdu: Neyzenbaşı, segah makamından kısa bir taksim yapar, ardından,
Şem'i ruhuna cismimi pervane
düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne
düşürdüm.
beytiyle başlayan ve bunu
takiben
Dinle sözümü direm özge edadır,
Derviş olana lâzım olan aşk-ı
Hûda'dır.
başlangıçlı ilahîler okunur,
yörük semai usûlünde bir terennüm çalınırdı. Ayin bir ney taksimi ile son
bulurdu.
NİYAZ
PENCERESİ : Mevlânâ Hazretlerinin türbesinde, dışarıya bakan pencereler veya
tekkelerin türbe pencerelerine denir.
NÜSHA-İ
KÜBRA: Arapça, büyük nüsha demektir. Âlem yani şu bütün kainat,
"Nüsha-i Kübrâ"dır. Mevlevî tekkelerinde, Nüsha-i Kübra diye yazılı
uzun bir kağıt verilirdi. Bu Nüsha, Sikke-i Mevlana şeklindedir bir gümüş veya
altın mahfazaya konarak, o şekilde boyuna takılırdı.
NÜSHA-İ
SUGRA: Arapça, küçük nüsha demektir, insan nüsha-i suğradır. Mevlevî
tekkelerinde, yazılan bir nüsha çeşidi de, nüsha-i suğra idi. Bu, gümüş veya altından
mamul, Sikke-i Mevlânâ denilen bir mahfazaya konup, boyuna asılır, orada
taşınırdı.
PÂY-I
MÂCÂN: Mevlevîler bu tâbiri "ayakkabılık" anlamında
deyimleştirmişlerdir. Tasavvufî edebe aykırı hareket eden bir derviş,
ayakkabılıkta sağ kulağı sol elinde, sol kulağı sağ elinde olarak tek ayak
üzerinde bir süre durma cezasına çarptırılırdı. Bu cezaya pây-ı mâcân denir.
PAZARCI
MAŞASI : Mevlevî terimlerindendir. Pazarcı beline demir takıp, tekkenin
levazımını tedarik için pazara giderdi. Pazarcının beline takdığı demire
pazarcı maşası denir. Pazar esnafı, bu demiri görünce, pazarcıya vereceği,
satacağı malda indirim yapardı.
PİRİNÇ
MEYDANI : Mevlevi tâbiri. Büyük dergahta, dervişlerin topluca pirinç
ayıkladıkları yere denir.
PİŞ
KADEM: Farsça-Arapça bir kelime olup ön adım demektir. Tekkelerde âyini
idare eden naib için kullanılır bir tâbirdir. Bu vazifeyi gören derviş, şeyhin
muavini sayılırdı. Mevlevîlerde, Çelebi Efendi'nin yardımcısına, bu tâbir
yerine "tarikatçı" tâbiri kullanılırdı.
Post-nişîn : Posta
oturan demektir ki, şeyhler için bu tâbir kullanılır.
Post duası :
Mevlevîlerde, mukabele başlamadan evvel, şeyhin postunda iken okuduğu duadır.
Mukabeleden sonra, Dua-gû (duacı) dedenin, şeyh huzurunda okuduğu Farsça duaya,
"Post Duası" denir.
Post kubbesi : Mevlevî
tekkelerinde, şeyhin oturduğu yer.
Post nakibi : Tekkelerde,
postu sermekle görevli dervişe denir.
Postu dürmek : Mevlevi
tâbiri. Meydan-ı şerifte, Sultan Veled ile Ateşbâz-ı Veli makamı sayılan yerde,
serili postun, gece yatılırken, hürmetsizlik olmaması için, durulup bükülmesini
ifade eden bir tâbir.
RESM
HIRKASI: Resm Arapça, iz, demektir. Mevlevîlerin giydiği bedeni geniş
hırkaya, resm hırkası denir.
Rızâ: Allah
razılığım ve yol uğruna çekilen zahmet ve mihnetlere razı olmayı bildiren bir
terimdi. Müşterek olmakla beraber Mevleviler, bu tâbiri daha fazla
kullanırlardı. «Rızâ» kelimesi, ebced hesabında 1001 sayısını ifade ettiğinden
ve Mevlevi çilesi, binbir gün hizmetle olduğundan bu kelime, Mevlevi
edebiyatına da girmişti.
SABAH MEYDANI: Mevlevî tâbiridir.
Erbain çıkarmış veya kapıdan geçirilmiş dervişlerin sabahleyin toplandıkları
yere, sabah meydanı denir. Burada dervişler, "işrâk Namazı"nın
vaktini (güneş doğuşundan kırk beş dakika sonra) istiğfar, tefekkür ve Kur'ân
okuyarak beklerlerdi. Aynı şey ikindi-akşam arasında da yapılırdı. Sabah namazı
kılındıktan ve ism-i Celâl okunduktan sonra, başta Şeyh veya Aşçı Dede, Sultan
Veled Postu'na, dedeler de kıdem sırasına göre, meydandaki postlara
otururlardı. Herkes yerini aldıktan sonra, iç Meydancısı tarafından baklava
şeklinde kesilmiş ve kızartılmış birer lokmalık ekmek parçaları, bir tepsi
içinde dolaştırılır, ardından birer sade kahve sunulurdu. Bundan sonra topluca
murakabeye varılırdı. Murakabe, Şeyh'in veya Aşçı Dede'nin "Nasr (izâ câe
nasrullahi ve'l-feth) suresini okumasıyla sona erer, ardından şu gülbank
okunarak herkes hücresine çekilirdi: "Sabah-ı şerîf hayrola, hayırlar
fethola, serler def ola, ashâb-ı hayratın rûh-ı revanı handan u ve şad, kulûb-ı
âşıkân küşâd, demler safâlar müzdâd, dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems,
kerem-i İmâm Ali, hû diyelim hû".
Safa-nazar : Temiz
bakış anlamına gelen bu söz, mürşidin sâlike nazarı ve sâlikin herkese ve
herşeye birlik gözüyle bakışı hakkında kullanılırdı. Sâlik, hiç bir şeye kem
nazarla, yâni kötülükle ve Allahdan ayrı bir görüşle bakmıyacaktı. Bu suretle
yol eri, daimî bir huzur ve mücahede içinde bulunurdu ki bunun sonucu, vahdetin
tahakkukuydu. Nazar tâbiri, Melâmî-Hamzavîlerde de aynı anlama gelirdi. Ancak
safa-nazar terimi, Mevlevîlere aitti.
SAKA POSTU: Mevlevî-hanelerde,
suculuk görevini yapanların oturdukları yere (daha doğrusu posta) verilen
addır. Saka postu, mutfak kapısının yanıbaşında bulunurdu.
SALA: Arapça. Ezandan
önce, özellikle Cum'a günleri, Hz. Muhammed (s)'i övmek maksadıyla okunan
na'at. Bu bir Mevlevi tâbiridir. Mevleviler davet anlamında kullanırlar. Sebebi
çağırana göre değişirdi. Somatçılık (Sofracılık) görevi yapan derviş (can)
"sala" diye bağırırsa bu "yemek hazır, buyurun" anlamına
gelirdi. Kandilci olan derviş "sala" diye bağırsa, bu, "camiye,
namaza buyurun" demekti. Zikir töreninin icra edildiği mukabele günleri,
dış meydancı her kapıyı vurur ve "mukabele olacak, tennurenizi giyin,
hazır olun" manasında olmak üzere "Destur tennureye, sala yahu"
diye bağırırdı. Sala, Mevlevî-hânenin ortasında yüksek bir sesle bağırılırdı.
Mestân-ı harâbâbâda saladır ne dururlar,
Zühhâda tegallüb idecek dem bu zamandır.
Nef'î
SEFER GÜLBANGİ: Mevlevî tâbiridir.
Dedeler ve muhiblerden birinin, Konya'ya veya Hac amacıyla, Mekke'ye gitmesi
sırasında okunan gülbanktir. Derviş, yola çıkarken, dede ve diğer dervişler
(canlar) kendisiyle musafaha yapar, daha sonra Dede Efendi dua ederdi.
SELÂM: Arapça, barış,
esenlik, selâmet gibi anlamları olan bir kelimedir. Mevleviler, dört
devreli âyinin devreleri arasındaki fasılalara, selâm derler.
SELÂM BAŞI: Mevlevi tâbiridir.
Mevlevi âyinleri dört selâm, yani dört fasıldan ibarettir. Bir faslın
bitmesine, "selâm başı" denir. Dördüncü selamdan sonra şeyh,
postundan bir kaç adım yürüyerek hırkası ile, yani kollarını açmadan sema
ederdi. Ayrıca, beşinci bir selâm daha vardı ki, şeyh neşelenir ve meydancı ile
mutrib heyetine niyaz gönderirdi. Bunun üzerine;
Şem-i ruhuma cismimi pervane düşürdüm.
Hayfâ dilimi âteş-i sûzana düşürdüm.
Bir katra iken kendimi ummana düşürdüm.
Ta'dâdedemem derd-i derûnum elemim var.
Mevlâyı seversen beni söyletme gamım var.
parçaları söylenmeye başlardı. Buna da
"şem'i okutmak" denilirdi.
SEMÂ': Arapça, dinleme,
işitme, anlamına bir kelime. Dinlenen ilahinin veya bir müziğin etkisiyle coşup
dönme. Semâ'ın pek çok çeşidi vardır. Genel anlamıyla semâ, Hak'tan gelen ve
insanları Hakk'a çağıran bir mesajdır. Onu iyi niyetle dinleyen, hedefine
ulaşır. Sesin etkisini dile getiren bazı hadisler, semâ konusunda serdedilir:
"Kur'ân-ı Kerim'i seslerinizle güzelleşiriniz, zira güzel ses, Kur'an-ı
Kerim'i güzelleştirir", "her şeyin bir süsü vardır, Kur'ân-ı Kerim'in
süsü, güzel sestir". (Buharî, Tevhîd. 52). Dakkâk, semâ'nın nefislerini terbiye
etmemiş olmaları münasebetiyle avam tabakasına haram; mücâhede ile uğraşan
zâhidler için mubah; (sufî) arkadaşlarının manevî hayatı elde etmeleri
sebebiyle onlara müstehab olduğunu savunur. Cüneyd de semâ'ı, kalbi Allah'a
çeken bir vârid, olarak değerlendirir. Semâ, zaman, mekân ve hallere bağlı
olarak vuku bulur, denilmiştir. Şiblî, "semâ'ın dışı fitne, içi ibrettir.
işaretten anlayan kişiye, ibretin istimâ'ı helâl olur" demiştir, ilk
zamanlar, dinlenen gazelin etkisiyle, bir kurala bağlı olmaksızın kalkıp
dönülmesi söz konusu iken, sonradan bu, şeklî bazı kaidelerle düzen altına
alınmıştır. Mevlevîlerdeki gibi.
SEMÂ'A GİRMEK: Mevlevîlikte, ayakta
yapılan deverana iştirak etmek için kullanılan bir tâbirdir.
Alem-i ma'nî ki hurşîd-i cihanârâ gibi,
Devreder girmiş, semâ'a anda ruh-ı mevlevî.
Nef'î
SEMÂ ÇIKARMAK: Mevlevîlik tâbiri.
Semazenbaşı, yeni dervişe (can) nasıl semâ yapılacağını öğretir ki, buna semâ
çıkartmak denir. Semâ'a, meşk tahtası denilen ve ortasında çivi bulunan dört
köşe bir tahta üzerinde başlanırdı.
SEMÂ DEDESİ: Yeni müridlere
semâ'ı öğretecek tecrübeli, kıdemli kişiye, "semâ dedesi" denirdi.
Semâ dedesi, semâ öğretmeniydi.
SEMAHANE: Semâ yapılan yere
semahane denir. Burası daire şeklindedir. Döşemesi, ayağı incitmeyecek düz
tahtalarla döşelidir. Semâ'ı izlemek üzere gelen seyircilere mahsus (züvvâr),
parmaklıkla ayrılmış bir yer vardı. Bu kısım semahaneden ayrıdır. Semahaneye
girilen kapının tam karşısında, ziyaretçilere ait yerin sonunda, mihrab vardır.
Sol kısımda, türbe bulunur ve burası duvarla ayrılmamıştır. Çok defa, mihrab
istikâmetinin sağında minber, asıl semahanenin sağ tarafında Mesnevî'nin şerh
edilip anlatıldığı bir kürsü bulunur.
SEMÂ-I RÂH: Mevlevi tâbiridir.
Kelime Farsça'da yol semâ'ı demektir. Yolda yapılan semâ'a denir.
Mevlana, Konya'da Varakçılar Çarşısı'ndan
geçerken, Selahaddin Zerkub'un ardarda inen çekicinin sesinden etkilenip yol
ortasında semâ'a başlamıştı. Bayram namazından dönen veya piknik yapmaya giden
Mevlevî dervişler, yol ortalarında semâ yaparlardı.
Gören sanır ki, safhadan semâ-ı râh ederim.
Döner döner bakarım kûy-ı yâre âh iderim.
Esrar Dede
SEMA' MEŞKİ: Meşk; örnek, iyi
yazı anlamında Arapça bir kelime. Ders, musikide bir parçayı öğretmek, örnek
bir yazı alıp ona bakıp aynısını yazmaya çalışmak, yani örneği taklid yolu ile
öğrenmek mânâlarına gelir. Mevlevîliğe yeni giren (nevniyâz)'in, semâ öğrenmek
üzere çalışmasına, semâ meşki denir. Meşk, semâ tahtası denilen çivili bir
tahta üzerinde yapılırdı.
SEMA TAHTASI : Mevlevîlikte yeni
dervişlerin, semâ'ı meşkettikleri, ortasında çivi bulunan, dört köşe, ceviz
veya ıhlamur ağacından bir tahta.
SEMA TEKBİRİ: Şeyh tarafından
sikkenin yeni müridin başına, tekbirle giydirilmesi. Mevlevîliğin önemli
âdetlerinden biri idi. Yeni mürid, mutfak işi ve meşkle meşgul olurdu.
SEMA-ZEN: Farsça, sema vuran,
yani sema eden, demektir. Sema eden dervişlere, sema-zen denir.
Sema' yapmayı öğrenmek isteyen derviş, sağ
avucuna biraz tuz alır, saygılı bir şekilde sema tahtasına gelir. Önce baş
keserek, içli bir niyaz arzeder. Daha sonra, sol dizini büküp çökerek çiviyi
öper, avucundaki tuzu, çivinin etrafına serper, sonra da, ayağa kalkıp, tekrar
baş keserek sema tahtasının üzerine çıkar; çiviyi, sol ayağının başparmağı ile
ikinci parmağının arasına takıp, sağ kolu üstte olmak üzere, kollarını göğsünün
üstüne çaprazlama bağlayarak, avuçlarıyla omuz başlarını tutar. Sağ ayağını
geriye iterek, sol ayağı üzerinde, dönmeye başlardı. Bu yeni öğrenci (Mübtedi)'ye
birinci gün, üç; ikinci gün, beş çark attırılır, (yani döndürülür). İlk
meşkler, ayaklar, çiviye takılı olarak yapılırken, sonraki aşamalarda kol
açmak, direk tutmak, hiç şaşmadan ilerlemek gibi usûller öğretilir. Başarı
sağladıktan sonra, eğitim yeri, matbahtaki meşk yerinden, "Semahane"
ye kaydırılır. Burada, eteklerin hızlı semâ ile şemsiye gibi açılması
öğretilir. Eğitim sonunda, semazen başı mübtediyi sıkı bir sınavdan geçirir,
başarılı olma durumunda da, sonuç Şeyh Efendiye arzedilir. Şeyh de sınavı geçen
bu dervişe, bir mukabele günü, öğle namazından önce "Mübtedi
Mukabelesi" yaptırarak, onu semazenler arasına sokar.
Tennure, bend-i hâle-i envâr-ı aşk olub,
Mâh-ı sipihr-i mihr-i vefadır semazen
Avnî
SEMA-ZEN BAŞI:
Mevlevi ayini sırasında, sema'hane'de dolaşıp, sema' edenlerin birbirine
çarpmamalarını ve düzeni bozmamalarını sağlayan dede'ye, "sema-zen
başı" denir. Sema'zen başı, sema'ı iyi yapanlardan olurdu. Sema'zen başı,
sema' sırasında, hırka giyerdi. Yeni başlayanlara (mübtedîlere) sema' usûlünü,
o öğretirdi.
SER-KUDÛMÎ: Mevlevî tabiri olup,
kudüm çalan (Kudum-zen) larm başına, "Ser-Kudûmî" denir. Mevlevî
ayinini idare eden kişi. Bu görevi yapanlar, Mevlevî erkanına dahildir.
Ser-pâ etmak : Farsça, başı ayak etmek,
demektir. Mevlevîlikte, kusur işleyen bir müridin cezalandırılması olayına,
ser-pa etmek denir. Aşçıbaşı veya (Konya'daki dergahta) tarikatçı tarafından,
suçlu müridin semahane, yahut meydan'da sikkesi alınır, ayakkabıları dışarı
doğru çevrilir. Bununla, kusurlu mürid, tarikatten düşkün hale getirilir.
Ser-pâ edilen kişi, yere niyaz eder, arkasını dönmeden kapıya gider, ayaklarını
içeriye çevirip giyer, eşiği öpüp, yine arkasına dönmeden, geri geri adımlarla
oradan ayrılır. Eğer kendini haklı görüyorsa, Mevlana Dergahı (Konya'daki
Merkezi Dergah)'na varır. Orada, durumu, tarikatçı'ya arzeder. O inceler,
sonunda olumlu veya olumsuz bir karar verir. Haklıysa sikkesi iade edilir.
Farklı bir karar çıkarılarak, bir başka dergaha gönderilir. Haksız ise, bir
süre tarikattan uzaklaştırılır. Ancak, sonunda bir ayn-ı cem yapılarak, yine
dergaha alınır.
SER-TABBAH: Farsça-Arapça, baş
ahçı anlamındadır. Mevlevî tabiridir. Mevlevîlikte, Konya'daki Mevlana
makamında, Ser-tarik dede'den sonra gelen bir rütbeye sahipti. Tekkenin
maddi-dünyevi işleri, sert-tabbah'a bırakılmıştı. Yeni intisab edenlerin
terbiyesi ile de, meşgul olurdu. Yeni gelenleri 1001 günlük hizmet süresi
şeklinde tanımlanan çileye sokar ve takip işini kazancı dede'ye verirdi.
SER-TABBAH KÜÇEĞİ : Mevlevî tâbiridir.
Ahçıbaşının çömezine, ser-tabbâh küçeği denirdi.
SER-TARİK: Farsça-Arapça, tarikat başı anlamına
gelir. Mevlevî tâbiri. Çelebi Efendi'nin yardımcısı ve Konya Mevlevî-hânesi'nin
Şeyhi yerindeki kıdemli dede'nin unvanı, "Ser-tarik" idi. Çelebi
Efendi'nin, Konya'dan bir yere gitmesi durumunda, mukâbele-i şerif dışında, her
işe bakardı.
Birisi Şeyh-i tekke-i islâm'a ser-tarik
Birisi mekteb-i kere ü adle râhber.
Seyyid Vehdi.
SER Ü PAY: Farsça, baş ve ayak demektir.
Mevlevî tabiridir. Mevlevî disiplinindeki
cezalardan biridir. Mürid, fukara elbisesini çıkarır, eski elbisesini giyer,
mevlevî-hâneyi terkederdi. Seyyah vermekden (bkz. Seyyah Vermek) daha ağır bir
ceza idi. Seyyah verilenin yeniden dergaha dönmesi mümkün ise de, "Ser ü
Pay" edilen bir daha dönemezdi.
SEYFÎ KÜLAH: Arapça-Farsça,
kılıçlı külah demektir. Yukarı yassılaşarak yükselen ve bu şekliyle kılıcı
andıran Mevlevi külahı. Bu şekildeki külahı, XVI. Yüzyılda Mevlana soyundan
(İnâs Çelebi) Divâne Mehmed Çelebi bazen giyerdi.
SEYYAH VERMEK : Bektaşî ve Mevlevî
tabiri. Cezalandırılmak istenen, veya ilerlemesi arzulanan dervişlere, seyyah
verilirdi. Mevlevîlerde dervişin ayakkabısı dışa doğru çevrilirdi. Ceza olarak
seyyah vermek, "Ser ü Pay" dan daha hafifti.
SIR: Çoğulu esrar ve
sirar olup, Arapça sır, gizli şey, kök, kıymetli, vadinin orta yeri, asıl,
nikâh, birşeyin halisi, efdali, gibi anlamlan ihtiva eden bir kelime.
Mevlevîlikte sır, ıstılah olarak şu anlamda kullanılır: Dede'nin hücresinin
pencere perdesi kapalı ise, bu onun içeride istirahat ettiğini veya kendine
göre bir ibadetle meşgul olduğunu gösterir. Bu hale sır denir.
Hayflar, göz yumup Esrar Dede sırroldu.
Surûrî
Sırla ilgili bazı atasözleri ve deyişler
şunlardır: Bir şeyi örtmeye, kapamaya, sırlamak denir. Gömmek, gömülmek;
sırlamak, sırlanmak gibi ifâdelerle karşılanır. Ölen kişiye, sırroldu, denir.
Sırrın gizlenmesi gerektiğini bildirmek üzere, "sırrını açma dostuna, onun
da dostu vardır, o da açar dostuna" atasözünü söylerler. Tarikat sırrını,
sisteme yabancı kişilere söylememek gerekir, zira, tasavvuf terminolojisine
vakıf olmadığı için, yanlış anlar. İşte bu tür sırların saklanması konusunda,
"Sırrını sırredene aşkolsun, faş eden yuf" denir.
Sırrolmak:
Gizlenmek, kaybolmak, sönmek, ölmek. Müşterekti.
Sırlamak : Gizlemek,
kapıyı, pencereyi, yahut bir şeyi kapatmak, mumu, lâmbayı, kandili, elektriği
söndürmek, ölüyü gömmek. Müşterekti.
Sırlanmak: Gizlenmek,
kapanmak, söndürülmek, gömülmek. Umumî ve müşterekti.
SIRR-I İSTİVA: Arapça, istivâ'nın
sırrı demektir. Mevlevî tâbiridir. Siyah bir şerit adıdır. Yüksek bir alâmet
sayılır. Mevlana Celaleddin Rûmî'den kalmış olup, iki yollu olan külâh-ı seyfî,
veya kılıcî taç yollarına takılan şeride, sırrı-ı istiva denir. Bu tacı, ancak
cezbe-i Rahman ile istivâ'nın sırrına vâkıf olan yüksek mâneviyatlı zatlar
giyebilir.
SİKKE: Arapça, altın
paranın üzerine basılan nakış ve yazı anlamına gelir. Mevlevi külahına da sikke
denir. Döğme keçeden yapılan, yekpare, bal rengi yahut, beyaz, bir karış dört
parmak uzunluğunda, içice geçmiş iki katlı külaha denir. Sikke üzerine
genellikle sarık sarılır. Sarık sarılmayan sikkeye, dal sikke, dal kavuk, veya
dal fes denir.
Dû cihanda eğer altın ola dersen şânın,
Sikkesi altına gir Hazret-i Mevlânâ'nın.
Mevlevi Hüdâyî Dede
Mevlevîlikte üç mertebeli külah vardır: 1.
Mertebe, teberrük ve emanet külahı; mutfakta çile çıkaranlara ve muhiblere
giydirilir. 2. Mertebe, irâdet külahı; hizmetini tamamlamış dervişlere
giydirilir. 3. Mertebe, hizmet külahı; sülük tamamlayıp, hilâfet alanlara
giydirilir.
SİKKE-İ ŞERİFE: Mevlevîlerin
giydikleri sikkeye denir. Şerefli sikke anlamına gelir.
SİKKE-PÛŞ: Arapça-Farsça, sikke
giyen demektir. Sikke giyenler hakkında kullanılır.
Hakk'a îsâl eyleyen şehrâhı bul,
Âlem-i kesrette vahdetgâhı bul.
Sikke-pûş ol, zevk-i eyvallahı bul.
Gel harîm-i aşka gir, dilhâhı bul.
Mâsivâ'dan el çeküb Allah'ı bul!
Tokadîzâde Şekib
SİKKE TEKBİRİ: Mevlevî tâbiri.
Tarikate yeni giren nevniyâzın başına sikke giydirilirken yapılan duaya
"sikke tekbiri" denir.
SOMAT: Arapça, simât kelimesinin bozularak
kullanılmış şekli olup, sofrası, uzunca dizilmiş yemek sofrası, dizi, kenar ve
saf gibi anlamları vardır. Bektaşî ve Mevlevîler tarafından kullanılan bez veya
meşinden yapılmış sofra. Üç türlü somat vardır: 1. Gezgin dervişlerin
kullandığı etrafında halka bulunan somat, 2. Dergâhlarda kullanılan somat, 3.
Uzunca ve düz olan, bu yüzden de "elîfî" adını alan somat.
SOMATÇI: Sofracı demektir. Mevlevi ve
bektâşîlerde, sofrayı kurup toplamakla görevli kişi.
Gınâ-yı kalb kadar nimet olmaz ehl-i dilde,
Bu tekkenin fukarası somat bilmezler.
Nailî
SOMAT GÜLBANGİ: Mevlevî tekkelerinde,
yemek yendikten sonra okunan gülbange "somat gülbangi" denir. Bu
gülbank şöyledir: "Mâ sûfiyân-ı rahîm, mâ tablahar-ı şahîm, payende dar yâ
Rab. în kâse-i âb u nânrâ Elhamdülillah. eş-Şükrü lillah, Hak berakâtın vire!
Erenlerin han-ı keremleri müzdâd ve sâhibü'l-hayrât güzeştegânın rûh-ı
şerifleri şad ü handan, bakîleri selâmetde ola! Demler safâlar ziyâde ola!
Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırrı-ı Şems, kerem-i İmam-ı Alî Hû diyelim Hû!"
SOYUNMAK: Mevlevî tâbiridir.
Dervişliğe ikrar verip, dervişlik kisvesine bürünmek, tasavvufî mânâda
soyunmak, yani dünyadan soyunup sıyrılmaktır. Mevlevîlikte de, 1001 günlük çile
için ikrar verip hizmet tennuresini giyinmeye, soyunmak denir.
SULTAN VELED
DEVRİ: Mevlevî
tâbiridir. Mukabele günü, semâ'dan önce, şeyh efendi önde, derviş (can)ler
ortada olmak üzere, semahanenin etrafında halka şeklinde yürüyerek yapılan üç
devir (daire)'e Sultan Veled Devri denirdi. Bunun ilk düzenleyicisi Sultan
Veled olduğu için, onun adıyla anılmıştır.
SULTAN VELED
MAKAMI: Mevlevî
tabiridir. Meydan-ı Şerifteki kırmızı renkli posta, Sultan Veled Makamı denir.
Şeyh, tören için meydana gelince, bu posta otururdu.
ŞEB-İ ARÛS: Farsça-Arapça bir
tamlama, düğün gecesi, gerdek gecesi. Mevlevî ıstılahıdır. Mevlânâ Celâleddin-i
Rumi'nin ölüm gecesi (17 Aralık 1273 Pazar akşamı) hâtırası olarak yapılan
merasime, şeb-i arûs töreni denir. İkindi namazından sonra Kur'ân okumak, ve
aynü'l-cem' yapılarak icra edilen bu merasimin gecesine Farsça Şeb-i Arûs
dendiği gibi, Arapça olarak Leyletü'l-Arûs da denir. Bu gecenin gülbanki şuydu:
"Pîş-i tura, pîş-i tura cân-ı men peyk
der hazret-i sultan-ı men. Vakt-i şerifler hayrola, hayırlar fethola, serler
def'ola. Leyle-i arûs-i Rabbânî vuslat seray-ı Rabbanî vuslat seray-ı Sübhanî
hakk-ı akdes-i Hüdâvendigârîde ân be ân vesile-i i'tilâ-yı makam ve füyûzât-ı
rûhaniyyet-i aliyyeleri cümle peyrevanı hakkında şâmil ve âm ola. Dem-i
Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû..."
ŞEM'İ OKUNMAK: Şem' Arapça'da mum,
meş'ale demektir. Mevlevî tâbiri. Dört selamdan ibaret olan mukabelelerden,
neş'eli geçenlerin tesirini bir kat daha artırmak amacıyla, okunan âyinlerden
birinin adı. Âyin şu parça ile başlardı:
Şem'-i ruhuna cismimi pervane düşürdüm
Evrak-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm
Bir katra iken kendimi ummana düşürdüm
Ta'dad idemem derd-i derûnum elemim var,
Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım var.
ŞEMS KOLU -
VELED KOLU:
Mevlevî tabiridir. Mevlevîlikte şube olmamakla birlikte, iki neş'e vardır.
Mevlevîlerin bir kısmı tam ehl-i sünnettir. Nakşîliğin Halidî kolu gibi dine ve
kurallarına en ufak taviz vermeksizin sıkı sıkıya bağlıdır, bir kısmı da tam
İmamiyye mezhebine sâliktir, rinddir. Birincilere "Veled kolu"
ikincilere "Şems kolu" denir.
ŞEYH POSTU : Şeyhlerin
oturdukları posta, "Şeyh Postu" denir. Mevlevî şeyhlerinin
kırmızı renkli postları kapıya göre, karşıya gelen sağ köşede serili olurdu.
Uyanmak, uyandırmak,
uyarmak: Mumun, kandilin, ocağın ve sairenin yanması, yakılması, yakmak.
Birisinin gerçek sırrına ermesi, erdirilmesi. Umumî ve müşterek bir terimdi.
TARİKATÇI DEDE: Mevlevi tâbiridir.
Tarikata yeni girenlere, tarikat usûl ve erkânını öğretmekle görevli bulunan
dede-ye, tarikatçı denir. Buna pîş-kadem veya ser-tarîk de denir. Çelebi
Efendi'nin yardımcısı makamındadır.
TARİKATÇI
KÖÇEĞİ: Köçek,
Farsça küçik'den bozmadır, küçük manasınadır. Bu, bir Mevlevî tâbiridir.
Tarikatçının hizmetinde bulunan cân'a verilen addır.
TARİKATÇI
MEZARI: Mevlevî
tâbiridir. Mevlânâ'nın türbesinin Babü's-Selâm'dan girilince, sol tarafında
bulunan mezarlığa verilen isim.
TAŞRA
MEYDANCISI: Mevlevî
tâbiri. Konya'daki ana dergahta, büyük Mevlevî tekkelerinde iki meydancı dede
bulunurdu. Birine "içeri meydancısı", diğerine de "dışarı
meydancısı", yani "taşra maydancısı" denirdi. Küçük dergâhlarda
taşra meydancılığını, kazancı dedeler yaparlardı. Meydancı dedeler direkt
olarak şeyh'in emri altındaydılar. Bu dedelerin görevi; yaptığı gezilerde şeyhe
arkadaşlık etmek, dergâhın iç ve dış hizmetlerini görmekti.
TEFE'ÜL: Arapça, fal açmak,
fala bakmak anlamındadır. Rastgele açılan sayfanın ilk, orta ve son beyti esas
alınarak yapılırdı. Mevleviler arasında Mesnevi, yahut Divan-ı Kebir'i tefe'ül
vasıtası olarak kullanılmıştır.
TELKİN; Arapça, birine bir
söz anlatmak, öğretmek, dikte etmek anlamlarında kullanılan bir kelime. Tarikata
yeni giren kişiye şeyhin zikir öğretmesi. Cenaze defnedildikten sonra, hocanın,
kabir suali ile alakalı olarak yaptığı konuşma veya seslenişe, telkîn denir.
Özellikle Mevlevîlikte, şeyh, müride telkinde bulunduğu için, o müride, ölünce
telkîn verilmez. Onun yerine, mezarın etrafında halka olup zikreder ve şu
gülbankı okurlar:
"Vakitler hayrola, hayırlar fethola,
serler defola. Garka-i garik-ı Rahman derviş Ahmed Efendi'nin ruhu Şadû handan,
hâcesi hoşnud ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, Sırr-ı Şems-i Tebrizi Kerem-i İmam
Ali, Hû diyelim Hû."
TENNURE: Arapça, tandır,
mutfak, ocak anlamlarına gelen bir kelime. Mevlevi tabiridir. Mevlevîlerin
giydikleri kolsuz, yakası yırtmaçlı, bel tarafı kırmalı, geniş ve uzun entariye
tennure denir. Tennure, "elifi nemed" ve "destegül" adlı
iki parçadan meydana gelir. Tennure giyilince, bele, elifî nemed sarılır,
üzerine de salta şeklinde destegül giyilirdi. Günlük ve sema törenine mahsus
olmak üzere iki tür tennure vardı. Günlük olanı, diz kapağının altına, sema
tennuresi de ayak bileklerine kadar uzanırdı.
TENNURE AÇMAK : Mevlevî tabiridir.
Sema etmek anlamında kullanılır. Malûm olduğu üzere, mevlevîler sema ederken
tennureleri yerden biraz yukarı kalkar. Bu yüzden sema etmeye, tennure açmak
tabiri kullanılır.
TENNURE ÇARPMAK : Mevlevî tâbiridir.
Semazenlerin, sema ederken eteklerinin birbirine dokunması. Ayinden sonra
tennuresini başkasının tennuresine çarpan can, "huzuruna mani oldum,
affet" diyerek özür diler. Kalabalık grupların sema'ında, bu tür
dokunmalara engel olmak üzere ağır sema yapılırdı.
TENNUREYE SALA : Mevlevî tabiridir.
Zikr (daha doğrusu sema) töreninin yapılacağı gün, dışmeydancının, canların
bulunduğu hücreleri dolaşarak tennure giymelerini bildirmesine "tennureye
sala" denirdi. Bu bildirimin ardından, canlar tennurelerini giyip
semahaneye çıkarlardı.
TENNURE
SÖNDÜRMEK :
Mevlevî tâbiridir. Tennurenin eteklerinin fazla açılmaması için, düşük sür'atle
dönmeye tennure söndürmek denir. Bu, kalabalık semazen grubunda, tennurelerin
birbirine çarpmalarını önlemek üzere başvurulan bir uygulama idi.
TEVHÎD-HANE:
Arapça-Farsça, tevhîd evi demektir. Mevlevî tâbiridir. Bazı tekkelerde, sema
âyininin yapıldığı yere, semahanelere, "Tevhid-hâne" denir.
TIĞ-BEND:
Farsça, kılıç bağı demektir, Mevlevîlerde giyilen tennureyi biraz
kısaltmak için bele bağlanan kuşağa tığ-bend denir. Tığ-bend üzerine elifî
nemed sarılırdı.
TİLAVET
ODASI : Tekkelerde dervişlerin Kur'ân-ı Kerim o-kudukları yere tilâvet
odası denir.
TOR: Mevlevî tabiri.
Pazarcı dervişin pazara çıktığında taşıdığı peşytemala, tor denir.
TÜRBEDAR DEDE : Mevlevî tabirî
Konya'da Mevlana'nın türbesiyle, semahanenin bakıcısına, türbedar dede adı
verilirdi.
UYANDIRMAK: Kandil, mum gibi
ısıtma araçlarını yakmak anlamında bir tabir. Söndürmek için dinlendirme
ifadesi kullanılırdı. "Mumu uyandır." mumu yak, "kandili
dinlendir" kandili söndür manasındadır.
VAHDET: Arapça, birlik
demektir. Gerçek mânâda bir olan Cenab-ı Hak'tır. Sûfiler, uykuya vahdet
derler. Bu sebeple uyuyan için, vahdette, vahdet ediyor, vahdete çekildi gibi
ifâdeler kullanılır.
Kesrette vahdet : Çoklukta birlik, yani
halkın içinde, kalabalığın ortasında, tek ve bir olan Allah'ı unutmamak, Onu
hatırlamak ve zikretmek demektir.
Vahdetler aşkolsun : Tasavvuf erbabı uykudan
uyanan, ab-dest alıp, kardeşleri arasına katılan kişi için bu tâbiri
kullanırlar. Bu ifade özellikle Mevlevi ve Bektaşîler arasında yaygındır.
VİRD: Arapça, su payı,
ordu, gece ibâdete ayrılan zaman dilimi, çok sayıda kuş, Kur'an da her bir cüz,
her gün rutin olarak okunması görev haline getirilen dua veya zikirler gibi
çeşitli anlamlan içeren bir kelime. Sufiyye büyükleri tarafından hazırlanan
hususi dualar. Çoğu, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflere dayanır. Müridler,
bunları durumuna göre günlük, haftalık, aylık ve yıllık olarak tekrar
ederlerdi. "Virdi olmayanın varidi olmaz" atasözü, virdle meşgul
olmayanın kalbine İlâhî feyz gelmeyeceğini anlatır.
VUSLAT: Arapça, ulaşmak,
varmak demektir.
Yürümek:
Ölmek.
ZAVİYE: Arapça, açı, köşe,
evin küçük bir köşesi veya odası gibi manaları ihtiva eden bir kelime. Tekkenin
küçüğüne verilen isim. Zaviyeler genel olarak, şehir ve kazaların kenarlarında,
uzakça yerlerde kurulurdu. Mecaz olarak dünyaya da zaviye denir.
ZÜKÜR ÇELEBİ: Arapça-Farsça,
erkek çelebi demektir. Esasen çalap kelimesi, Allah'ı ifade eden bir kelime
olup, sonuna nisbet "yâ" sı eklenerek, "Çalâbî" şeklini
almış, konuşmada hafifletilince "çelebi" ye dönüşmüştür:
"Allah'a bağlı adam" demektir. Mevlevî tâbiridir. Hz. Mevlânâ'nın
soyundan gelen erkeklere "zükûr çelebi" hanımlara da "inâs
çelebi" denmiştir.
Abdülbaki Gölpınarlı'nın "Mevlâna ve Mevlevîlik" ve Ethem Cebecioğlu'nun Tasavvuf Terimleri Sözlüğünden derlenmiştir.(semazen.net)