20 Aralık 2012 Perşembe

Veysel Karânî




İsmi, Üveys bin Âmir’dir. Yemen’in Karn köyünde doğduğu için Karnî nisbesiyle bilinir. Memleketimizde Veysel Karânî diye meşhûr olmuştur. Doğum târihi belli değildir. 657 (H.37)’de Sıffîn muhârebesinde şehîd edildi.
Yemen’in Karn beldesinde doğup büyüyen Üveys-i Karnî, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında müslüman olmasına rağmen onu göremediği için Sahâbî olamadı. Peygamber efendimizin medhine mazhar olup, Tabiînin büyüklerinden olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Peygamber efendimizin zamânında Medîne-i münevvereye gelmedi. Yazılan evliyâ tezkirelerinde ekseriya Câferi Sâdık’tan (r.aleyh) sonra ikinci olarak zikredilir.


Sevgili Peygamberimizin risâletini duyan Üveys-i Karnî müslüman oldu. Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu. İhtiyar, âmâ ve hasta olan annesini çok sevdiği ve ona çok bağlı olduğu için onu hasta hâlinde bırakıp Medîne-i münevvereye sevgili Peygamberimizi görmeye gidemedi. Onu görmeyi çok arzu ettiği için, annesinden defâlarca izin istedi. Annesi kendisine bakacak kimsesi olmadığı için izin veremedi.
Yemen’de deve güderek geçimini te’min eden ve sâde bir hayât yaşayan Üveys-i Karnî’nin hasta, âmâ ve ihtiyar bir annesinden başka kimsesi yoktu. Güttüğü develer için belli bir ücret istemez, ne verirlerse alır, onun da yarısını ihtiyaç sâhiplerine sadaka olarak verir, fakirlerden de ücret almazdı. Gece gündüz ibâdet ve tâatle vakit geçirir, kendini halktan gizlerdi. İlk zamanlar herkes ona mecnûn gözüyle bakardı.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum” buyururdu. Bir defâsında; “Üveys-i Karnî ihsân ve iyilikte Tabiînin hayırlısıdır” buyurdu. Bir başka zaman da; “Kıyâmette Allahü teâlâ Üveys sûretinde yetmişbin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez” ve; “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebîa ve Mudâr kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefaat edecektir” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah bu kimdir?” dediler. “Allah’ın kullarından biri” buyurdu. “Biz hepimiz kullarız, ismi nedir?” dediler. “Üveys” buyurdu. “Nerelidir?” dediler. “Karnlıdır” buyurdu. “O sizi gördü mü?” dediler. “Baş gözü ile görmedi” buyurdu. “Hayret size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup gelmesin” dediler. “İki sebepten; biri hâllerine mağlûbdur. İkincisi ise benim dînime bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır, imân etmiştir. Gözleri görmez, el ve ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin ve annesinin nafakasına harcar” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; “Biz onu görür müyüz?” diye sordular. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hazret-i Ebû Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin” buyurdu. Hazret-i Ömer ve Ali’ye de; “Siz onu görürsünüz. Bedeni kıllıdır. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş mikdârı beyazlık vardır. Bu, baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca benim selâmımı söyleyin ve ümmetime duâ etmesini bildirin” buyurdu. Peygamber efendimizin vefâtı yaklaşınca da; “Hırkanızı kime verelim?” dediler. “Üveys-i Karnî’ye verin” buyurdu.
Müslüman olduktan sonra bütün ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuşan, bir an bile Rabbini unutmayan, her hâli ve sözüyle insanlara nasîhat veren Üveys-i Karnî, Peygamberimizin vefâtından sonra Mekke’de hac vazifesini yapıp Medîne’ye geldi. Resûlullah efendimizin türbesini görünce kendinden geçerek bayılıp düştü. Ayılınca beni buradan götürün. Resûlullah’ın medfûn bulunduğu bir beldede benim için yaşamanın tadı olmaz diyerek tekrar memleketi olan Yemen’e döndü. Bir müddet orada yaşadıktan sonra Basra tarafına gitti.
Muhammed aleyhisselâmın vefâtından sonra Hazret-i Ömer’in halîfeliği sırasında kendilerine emânet olarak bırakılan hırka-i seâdeti, Üveys-i Karnî’ye vermek üzere Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali Kûfe’ye geldiler. Yemen tarafından gelen Necdli bir kâfileyi gören Hazret-i Ömer; “Ey Necdliler! Aranızda Karn’dan kimse var mıdır?” buyurunca; “Evet” dediler ve bâzı kimseleri ona gösterdiler. Hazret-i Ömer gelenlerden Üveys’i sordu. “Biliyoruz. O zât sizin aradığınız kimse değildir. Dîvânedir, akılsızdır ve insanlardan kaçar bir hâli vardır” dediler. Ömer (r.anh); “Onu arıyorum nerededir?” buyurdu “Urene vâdisinde develerimize çobanlık yapmaktadır. Biz de karşılığında ona akşam yemeği veririz. Saçı sakalı karışıktır, şehre gelmez, insanların yediğini yemez, üzüntü ve neş’e bilmez. İnsanlar gülünce o ağlar, insanlar ağlayınca o güler” dediler. Hazret-i Ömer; “Onu arıyorum” buyurdu ve Hazret-i Ali ile birlikte bulunduğu vâdiye gittiler. Namaz kıldığını gördüler. Namazı bitip selâm verince, Hazret-i Ömer kalktı ve selâm verdi. Selâmı aldı. Hazret-i Ömer; “İsmin nedir?” diye sorunca; “Abdullah (yâni Allah’ın kulu)” dedi. Hazret-i Ömer; “Hepimiz Allah’ın kullarıyız, esas ismin nedir?” diye sorunca; “Üveys” diye cevap verdi. Sağ elini göstermesini isteyince, gösterdi. Peygamber efendimizin bildirdiği işâretin olduğunu gören Ömer (r.anh); “Peygamber efendimiz size selâm etti. Mübârek hırkalarını size gönderdi ve “Alıp giysin, ümmetime de duâ etsin” diye vasiyyet etti” buyurdu.
Hazret-i Ömer’in bu sözleri üzerine Üveys-i Karnî; “Yâ Ömer! Ben zayıf, âciz ve günahkâr bir kulum. Dikkat buyur. Bu vasiyyet başkasına âit olmasın?” deyince; “Hayır yâ Üveys! Aradığımız kimse sensin. Peygamber efendimiz senin eşkâlini ve vasıflarını belirtti” cevâbını verdi. Bunun üzerine Hırka-i şerîfi hürmetle alan Üveys-i Karnî onu öptü, kokladı ve yüzüne-gözüne sürdü. Sonra da; “Siz burada bekleyin” dedi. Yanlarından ayrılarak biraz ileride hırkayı hürmetle yere bırakıp, yüzünü yere koydu. Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî! Peygamber efendimiz bu fakîr ve âciz kuluna Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş” diye yalvararak gözyaşı döktü ve; “İlâhî! Bütün ümmet-i Muhammed’i bana bağışlamadığın müddetçe bu hırkayı giymeyeceğim” diye niyâzda bulundu. “Şu kadarını sana bağışlamış bulunuyorum, hırkayı giy!” diye gâibden bir ses gelince; “Hepsini isterim yâ Rabbî!” dedi. Bu hâlde iken Hazret-i Ömer ile Hazret-i Ali, Üveys-i Karnî’nin yanına vardılar. Üveys-i Karnî ah çekerek onlara; “Niçin geldiniz? Gelmemiş olsaydınız bütün ümmet-i Muhammed’i Allahü teâlâ benim için bağışlamadıkça hırkayı giymeyecektim” dedi ve hırkayı giydi. “Şu hırkanın yüzü suyu hürmetine, Muhammed ümmetinden Rebîa ve Mudar kabîlelerinin koyun sürülerinin kılları adedince kimse bağışlanmıştır” dedi.
Üveys-i Karnî’ye (Veysel Karânî) hediye edilen Hırka-i şerîf, Van civârındaki İrisân beylerine kadar geldi ve 1618 (H.1028)’de Osmanlı pâdişâhlarından Sultan İkinci Osman Hân’a getirilip hediye edildi. Sultan Abdülmecîd Hân, bu Hırka-i şerîf için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmiî’ni yaptırdı. Her sene Ramazan ayında halka ziyâret ettirilmektedir.
Veysel Karânî (r.aleyh) bu Hırka-i şerîfi aldıktan sonra bilinmez yerlere gitti. Hazret-i Ömer’in dâveti üzerine bir ara Medîne’ye gelen Üveys-i Karnî çok hürmet gördü. Daha sonra Basra’ya gidip insanlardan uzak bir hayat yaşadı. İnsanların gözlerinden uzak, tanınmaz ve bilinmez yerlere gitti. Pek az kimse onunla karşılaşıp sohbet etti. Onu görenlerden Harem bin Hayyân anlatır: “Üveys’in şefaatinin ne derecede olduğunu bildiren hadîs-i şerîfi işitince, onu görmek üzere Kûfe’ye gittim. Onu arayıp, Fırat nehri kenarında abdest alır buldum. Daha önceden hakkında malûmatım olduğu için kolayca tanıdım. Yanına yaklaşıp selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana baktı. Müsâfehâ etmek istedim elini vermedi. “Allah sana merhamet etsin, seni bağışlasın ey Üveys nasılsın?” dedim. Onu o kadar sevdiğimden, zayıf olduğu için, çok acıdım ve ağladım. O da ağladı ve; “Allah sana hayırlı ömür versin. Ey Harem bin Hayyân! Nasılsın ey kardeşim? Beni sana kim gösterdi?” dedi. “İsmimi ve babamın ismini nasıl bildin ve hiç görmeden beni nasıl tanıdın?” dedim. “Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan bana bildirdi. Rûhum senin rûhunu tanıdı. Çünkü mü’minlerin rûhları birbirlerini görmeseler de birbirlerini tanırlar” dedi. “Resûlullah’dan sallallahü aleyhi ve sellem bana bir haber ver!” dedim. “Ben O’nu görmedim, O’nun haberini başkalarından işittim. Hadîs yolunu kendime açmağı istemem. Muhaddis, müftü veya müzekkir olmağı istemem. Zîrâ benim meşgûliyetim vardır, bunlarla uğraşamam” dedi. “Bana nasîhat et!” dedim. “Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günâhın küçüklüğüne değil, onunla olan isyânının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. O’nu büyük bilirsen, Rabbini büyük tutmuş olursun” dedi. “Bir nasîhatta daha bulun” dedim. “Ey Hayyân’ın oğlu! Baban öldü. Âdem aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâm öldüler. Halîfesi Ebû Bekr öldü. Kardeşim Ömer öldü. Ah Ömer! Ah Ömer!” dedi. “Allah sana rahmet eylesin Hazret-i Ömer ölmemiştir” dedim. “Allahü teâlâ onun öldüğünü bana bildirdi” dedi ve devâm etti: “Ben ve sen ölülerdeniz, Salevât-ı şerîfe okuyup kısa bir duâ yaptı ve; “Vasiyyetim şudur ki: Allah’ın kitabını ve onda bildirilen Sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) elden bırakma, ölümü bir an unutma. Kavmine ve akrabâna varınca onlara nasîhat et. Allah’ın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnete uymaktan bir an ayrılma ki, dînini kaybedersin de haberin olmaz. Cehennem’e düşersin” dedi. Birkaç duâ daha ettikten sonra; “Git Harem bin Hayyân! Bir daha ne sen beni gör, ne de ben seni. Beni duâ ile hatırla, ben de seni duâ ile anarım. Sen bu taraftan git, ben de bu taraftan gideyim” dedi. Bir zaman onunla gitmek istedim. Müsâade etmedi. Birbirimizden ağlıyarak ayrıldık. Hâlâ ondan bir haber alamadım.” Hazret-i Ömer’in halîfeliği devrinden sonra Osman’ın (r.anh) halîfeliği zamânında da insanlardan uzak, Allahü teâlâya ibâdet ederek yaşayan Veysel Karânî (Üveys-i Karnî), Hazret-i Ali’nin halîfeliği zamanına da yetişti. Ömrünün sonuna doğru Emîr-ül-mü’minîn Hazret-i Ali’nin huzûruna geldi. Ona tâbi olarak Sıffîn muhârebesine katıldı ve bu muhârebede şehîd oldu. Anadolu’ya hiç gelmedi.
 Ömrünü Allahü teâlâya ibâdet etmekle ve zühdle geçiren Veysel Karânî hakkında, Rebî’ bin Haysem şöyle anlatır: “Üveys’i görmeğe gittim. Sabah namazında idi. Bitirdi, tesbihlerin sonuna kadar bekleyeyim dedim. Kuşluğa kadar kalkmadı. Kalktı, kuşluk namazı kıldı, öğle oldu, öğleyi kıldı. Vel-hâsıl üç gün namazdan kalkıp, dışarı çıkmadı. Yemedi, uyumadı. Dördüncü gece ona kulak verdim. Gözüne uyku gelmişti. Derhal münâcaâta başladı ve; “Yâ Rabbî! Çok uyuyan gözden, çok yiyen karından sana sığınırım” dedi. Bana bu yeter dedim ve hâlini bozmadan kalkıp gittim.
Geceleri hiç uyumazdı. Bir gece; “Bu gece kıyam gecesidir” der, diğer gece; “Bu gece rükû gecesidir”, öbür gece; “Bu gece secde gecesidir” der, bir geceyi kıyam, bir geceyi rükû, bir başka geceyi secde ile geçirirdi. “Ey Üveys, bu kadar uzun geceyi bir hâlde geçirmeğe nasıl katlanıyorsun?” dediklerinde; “Secdede, sabah oluyor da, ben hâlâ bir kere Sübhâne Rabbiyel a’lâ diyemem. Halbuki üç tesbîh sünnettir. Bunu yapmamın sebebi, meleklerin ibâdetini yapmak istememdir” derdi.”
Kendisine; “Namazda huşû nedir?” dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa, namazda duymamaktır” dedi. Kendisine “Nasılsın?” dediler; “Sabahleyin kalkıp, akşama sağ çıkacağını bilmiyenin hâli nasıl olur?” dedi. “İş nasıldır?” dediler. “Ah! Yolun uzaklığından azıksızlıktan ah!” dedi.
Bir zât, Veysel Karânî’yi ziyârete gitti. Ona hitaben; “Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bana bir nasîhatta bulun?” dedi. Veysel Karânî hazretleri; “Allahü teâlâyı bilir misin?” “Evet bilirim” “Öyle ise, Allahü teâlâdan gayri şeyleri bilme. Bu yetişir.” “Yâ Üveys! Bir nasîhat daha söyle” “Allahü teâlâ seni bilir mi?” “Evet bilir.” “Öyle ise, Allah’tan gayrisi seni bilmesin. Allahü teâlânın bilmesi senin için kâfîdir” buyurdu.
Veysel Karânî bir defâsında üç gün üç gece yemek yememişti. Dördüncü günün sabahı dışarı çıktı. Yolda bir altın para gördü. Bir kimseden düşmüştür deyip, almadı. Açlığını gidermeye çalışırken bir koyun kendisine doğru geldi ve ağzında o bir altınla önünde durdu. Bir kimsenin olabilir deyip, yüzünü çevirdi. Koyun dile gelip; “Ben de, senin kulu olduğun zâtın kuluyum. Allah’ın rızkını Allah’ın kulundan al!” dedi. Altını almak için elini uzatınca, onu eline bıraktı ve koyun kayboldu.
Buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyana hiçbir şey gizli kalmaz.”
“Ey insan! Bu fânî hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Kurtuluş çâresi O’na itâattedir.”
“Yüksekliği aradım, tevâzûda buldum. Başkanlık aradım, halka nasîhatta buldum. Neseb aradım, takvâda buldum. Şeref aradım, kanâatte buldum. Rahatlık aradım, zühdde buldum. Zenginlik aradım, tevekkülde buldum.”
1) Hilyet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 79
2) Tabakât-ül-kübrâ; cild-1 sh. 27
3) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-1, sh. 364
4) Tezkiret-ul-evliyâ; sh. 12
5) El-A’lâm; cild-2, sh. 32
6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d; cild-6, sh. 161
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1081
8) Eshâb-ı Kirâm; sh. 405
9) Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbanî; cild-1, mek. 222, 270
10) İslam Âlimleri Ansiklopedisi; cild-2, sh. 74

Hiç yorum yok: