20 Aralık 2013 Cuma

Levh-i Mahfuz





Levh-i mahfuz,olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir İlâhî muhafaza levhası; İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır.

Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz.

Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.

Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.

Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder.

Her şeyin levh-i mahfuzda yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.

İşte her şeyin ve her hadisenin, levh-i mahfuzun defterleri olan imam-ı mübîn ve kitab-ı mübînde yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
                            

                                                                                                                Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

                                                                                                           



17 Kasım 2013 Pazar

SİDRETÜL MÜNTEHA



SİDRETÜL MÜNTEHA NEDİR ?

Yedinci gök semada Cebrail (AS)’ın en son gidebileceği, bir adım daha gidersem yanarım dediği bir makamdır.

Necm Suresi 13-14: And olsun onu bir başka defa da Sidretül müntehanın yanında gördü. Ayetinde bahsedilen makam, Peygamber Efendimizin miraca çıkarken Cebrailin yani aklı Resulün bir adım dahi bundan öteye atarsam yanarım dediği, sıfat aleminin son durağıdır.

Zira ondan ötede Zat vardır, zevk vardır. Akılla oraya girilemez. Girilirse elbette akıl yok olur.
Sidretül müntehadan öteye diğer melekler de geçemez. Çünkü sıfatlar bütün icraatını Zata kadar yapabilirler.
Ondan sonra Zat olan zevk gelir. Sitretül müntehadaki meleklerin adına Müheymin melekleri denir

Onlar yüzlerini Rablarına çevirmişler, daima Cemalullah ı seyretmektedirler.


Zira bütün sıfatlar kendilerinin görevleri nispetinde Allah’ın Zat’ına yüzlerini çevirmişler, o ne şekilde tecelli ediyorsa ondaki Cemalullah ı seyrediyorlar.

Tevhidde kavseyn mertebesi olarak bilinen bu yeri müminlerin Muhammediyyün olanları, cehri şirklerden sonra hafi şirklerden de kurtulanları zevk edebilirler.
Fena gözü ile Sitretül müntehanın görülmesi mümkün değildir.

Beka gözü ile Ruhullah olarak tecelli ilahiyi görmek mümkündür.

Onun için sıfatlardaki renk ve şekillere meyletmeden Necm Suresi 17: mazagalbasaru ve mâ ta ğâ buyrulduğu gibi gözü hiçbir tarafa da kaymadı.

Çünkü Hakikatı görenlerin gayriyete itibar etmeleri mümkün değildir.

20 Ekim 2013 Pazar

MEVLEVİLİK



1- Kuruluşu
Ölüm gününü Hakk’la vuslat, sevgiliye kavuşma günü sayan Hz.Mevlânâ’nın bu dünyadan göçüp, sonsuzluk âlemine doğmasıyla onu tanıyanlar, fikir ve görüşlerini benimseyenler büyük acılara boğuldular. Başta oğlu Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin ve diğerleri... 
Hz.Mevlânâ’nın fikirleri ve yaşantısı kurumlaşmalı, yüzyıllar boyu tüm insanlığa uzanan bir el olmalıydı. İnsanlığı sevgiye, hoşgörüye, iyiliğe, doğruluğa ve güzel ahlâka yani İslâm’a çağıran bir el...
İslâm Peygamberi, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’in yüzyıllar önce tüm insanlığa yaptığı çağrıyı Hz.Mevlânâ da yineliyordu.
Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâzâ
İn dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst
Sad bâr eger tövbe-şikestî bâzâ
  
Gel!.. Ne olursan ol, yine gel...
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...
İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel.