Ölüm
gününü Hakk’la vuslat, sevgiliye kavuşma günü sayan Hz.Mevlânâ’nın bu dünyadan
göçüp, sonsuzluk âlemine doğmasıyla onu tanıyanlar, fikir ve görüşlerini
benimseyenler büyük acılara boğuldular. Başta oğlu Sultan Veled, Çelebi
Hüsâmeddin ve diğerleri...
Hz.Mevlânâ’nın
fikirleri ve yaşantısı kurumlaşmalı, yüzyıllar boyu tüm insanlığa uzanan bir el
olmalıydı. İnsanlığı sevgiye, hoşgörüye, iyiliğe, doğruluğa ve güzel ahlâka
yani İslâm’a çağıran bir el...
İslâm
Peygamberi, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’in yüzyıllar önce tüm
insanlığa yaptığı çağrıyı Hz.Mevlânâ da yineliyordu.
Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ
Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâzâ
İn dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst
Sad bâr eger tövbe-şikestî bâzâ
Gel!.. Ne olursan ol, yine gel...
İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...
İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş
ol tevbeni...
Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle
gel.
Çelebi
Hüsâmeddin döneminde başlayarak, Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Ârif Çelebi
zamanında toplanan Mevlânâ âşıkları, Mevlevîlik Tarîkatı’nın temelini attılar
ve sistemini oluşturdular. Muhtelif yerlerde tekkeler kurdular, vakıflar
sağladılar, insanların gönüllerine ışık götürdüler.
Mevlana
Celaleddin Rumi'nin düşünceleri çevresinde kurulan tarikat. Babasının
düşüncelerini sistemleştirdiği ve tarikat biçiminde örgütlendirdiği için
Mevlana'nın oğlu Sultan Veled, Mevlevilik'in asıl kurucusu ve ikinci piri
sayılır.
Mevlana'nın
hayatı boyunca tarikatlara özgü birtakım kurallara uymadığı, kendisine
bağlananlar için özel kurallar koymadığı bilinmektedir. Sözgelimi kendisine
bağlananlar için ne bir giriş töreni düzenler, ne de belli bir zikir öngörürdü.
Diğer tarikatlar gibi özel giysilerle ayrılma yoluna da gitmemişti. Bilinen
başlıca uygulaması müridliğe kabul edilenlerin saç, sakal, bıyık ve kaşlarından
birkaç kıl kesmek, kendisine halifelik verilenlere de bugün hırka denilen geniş
kollu, yakasız, önü açık bir giysi olan fereci giydirmek, halkı aydınlatma
görevini simgelemek üzere bir çerağ vermekti. Mevlevilik'in başlıca
kurallarından birisi olan semayı da yalnızca aşk ve cezbe için yardımcı bir öğe
sayardı. Ancak oğlu Sultan Veled, halifeliği döneminde Mevlana'nın
düşüncelerini temel olarak Mevleviliği kendine özgü kuralları, törenleri olan
bir tarikat durumuna getirdi.
Mevleviliğe
göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını
sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insan tabiatına aykırı yöntemlere
başvurulmamalıdır. Zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir.
Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın
asıl yolu aşk ve cezbedir. Bunun için de isimlerden ve kelimelerden geçip
Allah'ı bulmak Allah dışındaki varlıklardan (masiva) arınmak gerekir. Bütün
varlığı kuşatan Allah'ın varlığı tek gerçektir. Varmış gibi görülen varlıklar
gerçekte yoktur; varolan, bu varlıklar aracılığı ile kendini gösteren
Allah'tır. Evren her an yeniden yaratılmaktadır. Zıdlar alemi olan bu dünyada herşey
izafidir. Allah'ı gerçek anlamda tanımayan insanlar dünyanın, altın ve gümüşün
kulu, kölesi olurlar. Bu kölelikten kurtulmanın tek yolu da Allah aşkıdır.
Mevleviliğe
göre mürid kendini mürşidinde yok etmeli, kendine baktığında mürşidini
görmelidir. Mürşidinin tüm isteklerini tereddüt etmeden kabul etmeli, ona
itaatı Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e itaat, muhalefeti de Allah ve Peygamber
(s.a.s)'e muhalefet bilmelidir. Kendisini şeyhinden uzaklaştıracak hiçbir sözü
dinlememeli, onun iyiliğin mutlak temsilcisi olduğuna inanmalı, hakkında kötü
düşünmemeli, yanında çok konuşmamalıdır. Nefsini zayıflatmaya, riyazet ve
mücahede ile öldürmeye çalışmalıdır. Kötülüğü buyuran nefsi (nefs-i emmare)
ancak mürşid öldürebilir. Bu nedenle mürid mürşidinin irşadına sıkı biçimde
sarılmalıdır.
Mevlevilikte
başlıca tarikat ayini, âyin-i şerif de denilen semadır. Belli kurallar içinde
ve müzik eşliğinde yapılan semadan başka zikir telkini, tac ve hırka giyme,
halvet, tarikata giriş, halifelik verme de belli kurallara bağlanmıştır.
Sözgelimi zikir telkininde şeyh müridi önüne oturtarak elini tutar, bütün
günahlardan sakınacağına, iyilik ve takva üzere bulunacağına dair söz alır,
kelime-i tevhidi üç kez telkin eder, sonra da onun için dua eder. Duanın
arkasından şeyh, dünya ile ilgisini kestiğini simgelemek üzere müridin saçından
birkaç kıl keser. Halvet, diğer tarikatlarda olduğu gibi kırk gün süren bir
ibadet, riyazet biçiminde değil, tekkede hizmet biçiminde uygulanır. Binbir gün
süren bu halveti (çile) tamamlayan kişiye derviş adı verilir.
Tac ve
hırka giydirme de küçük bir törenle yapılır. Tac giyecek mürid başını açarak
şeyhin önüne oturur, başını şeyhin dizine koyar. Mevlevi silsilesini okuyan
şeyh Allah'tan müridi fakirlik yolunda (tasavvuf) başarılı kılmasını, başına
manevi bir tac ihsan etmesini dileyerek tacı giydirir. Fatiha sûresini okuyarak
dua eder. Hırka ise ayakta giydirilir. Yine mevlevi şeyhleri silsilesi ve
Fatiha okunur, dua edilir. Duanın arkasından hırkası giydirilen mürid şeyhin ve
orada bulunan büyüklerin ellerini öper.
Halvetten
çıkmış, eğitimini tamamlamış ve gerekli olgunluğa ulaşmış dervişlere verilen üç
tür halifelik vardır. Bunlar suret-i hilafet, mana-yı hilafet ve hakikat-ı
hilafet olarak anılır. Suret-i hilafet, bir dervişe bir tekkenin yönetimini yürütmesi
amacıyla verilen halifeliktir. Bu tür halifeler irşad yetkisine sahip değildir.
Mana-yı hilafet, seyr-ü süluk denilen tasavvufi yolculuğun makam ve
mertebelerini iyi bilen, Allah'ı tam anlamıyla tanıyan dervişe halkı irşad
etmesi amacıyla verilen halifeliktir. Hakikat-ı hilafet de doğrudan irşad ve
şeyhlik yetkisiyle verilen halifeliktir. Şeyhlik makamı boş olan tekkelere
atanacak şeyhler bu halifeler arasından seçilir.
Mevleviliğe
mensup kişiler seyrü sülukteki durumlarına göre çeşitli derecelere ayrılır. İlk
dereceyi mevlevilerin büyük çoğunluğunu temsil eden muhibler oluşturur. Seven
kişi demek olan muhib, mevlevi kurallarına göre sikke tekbirletip tarikata
giren, ancak dervişliğe ikrar vermeyen müriddir. İkinci derecede dede de
denilen dervişler yeralır. Derviş ikrar verip tekke mutfağında (matbah) üç gün
saka postunda oturan, kararından dönmezse arakiye ve hizmet tennuresi giyinip
çeşitli hizmetlerle binbir gün halvet (çile) çıkaran, onsekiz gün süren hücre
çilesini de tamamlayan mevleviye verilen addır. Şeyhler üçüncü dereceyi
oluşturur. Şeyh, bir tekkeyi yönetmek, muhib ve dervişlerin yetiştirme
yetkisine sahip olan mevlevidir. Mevlevilikte son dereceyi halifeler meydana
getirir. Halifeler, başkasına halifelik verme yetkisine sahip şeyhlerdir.
Sultan
Veled'ten sonra bütün Mevleviliği temsil eden Konya'daki merkez tekke
şeyhliğinin babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmesi gelenekleşti. Bu
geleneğe bağlı olarak şeyhlik makamına oturan kişiye Çelebi adı verildi ve
zamanla merkez tekke şeyhliği Çelebilik makamı olarak anılmaya başladı.
Çelebiler, başlangıçta, şeyhlik makamında oturan kişi tarafından önceden
belirlenirdi. Sonraları çelebiler dedelerin onayıyla atanmaya başladı. Daha
sonra da, adaylar arasındaki çekişmeler nedeniyle çelebiler padişah iradesiyle
atanır oldular.
Çok uzun
bir süre geçmemesine rağmen Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlânâ âşıkları
mevlevîhânelerde toplanmaya başladılar. Oradan Arap Yarımadası’na,
Asya ve
Avrupa’ya yayıldılar. Artık padişahlar da, gedâlar da aynı posta baş
kesmedeydiler. Sultan III.Selîm, Sultan II.Mahmud gibi bir döneme damgasını
vuran Osmanlı sultanları mevlevîhânelerde şeyhlerinin dizlerine baş
koymadaydılar. Aşk, sınır tanımaksızın yüreklere ateşler yaktı, yaktı...
Mevlevilik
Türk düşünce ve sanat hayatına önemli etki ve katkıları olan bir tarikattır.
Mevlana'nın vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışına dayanan düşünceleri
yüzyıllar boyunca etkisini sürdürmüş, günümüze kadar canlılığını
koruyabilmiştir. Mevlevi tekkeleri, tarikat faaliyetlerinin yanısıra bir sanat
ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şair, yazar ve bestecinin
yetiştiği merkezler olmuştur.
Osmanlılar
döneminde Türkiye'de en yaygın tarikatlardan birisi olan Mevleviliğin
faaliyetine, diğer tarikatlarla birlikte, 13 Eylül 1925 tarihli bir kanunla son
verildi. Faaliyetini bir süre Şam'da sürdürmeyi denediyse de başarılı olamadı.
Ancak 1926 yılında Konya'daki merkez tekke ve Mevlana türbesi müze olarak
yeniden açıldı.
2 - Çile Sistemi
Mevlevîlik,
mânevî bir eğitim sistemi olarak tarîkate giren nevniyâzları binbir gün süren
“çile” denilen bir eğitimden geçiyordu. Çile şöyle uygulanıyordu:
Mevlevî
olmaya karar veren kişi gençse, ailesinin rızâsı alınırdı. Kendisine bu yolun
güçlükleri anlatılır, ısrâr eder ve kabûl olunursa “matbah” denilen eğitim
bölümünde, kapıdan girince hemen sol tarafta, kapı dibinde bulunan postta üç
gün oturtulurdu. Bu üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan aday,
orada yapılan işleri seyreder, mecbûriyet olmadıkça konuşmaz, mecbûr olmadıkça
posttan kalkıp bir yere gidemezdi. Üç gün sonra huzûra çıkar, kararında
durduğunu söylerse, geldiği elbiseyle on sekiz gün getir-götür işlerine
bakardı. On sekiz günün sonunda ona artık mevlevîlerin özel kıyafetleri
giydirilir ve çilesi başlamış olurdu.
Çile
esnasında ortalığı silip süpürmek, odun getirmek, çarşıdan alış-veriş yapmak,
çamaşır yıkamak gibi günlük işleri yapmaktan başka mutlaka sema’ meşk eder,
mesnevî okur, kâbiliyeti varsa ney üflemek, kudüm vurmak, âyin okumak gibi
mûsikî sanatı ile yahut hat, tezhîb, minyatür gibi diğer güzel sanatlarla
ilgilenirdi. Bu meşklere, çilesini doldurmuş, hücre sahibi olmuş “dede” ler
nezâret ederdi
3 - Mevlevîlik ve Sanat
İslâm
dininde mûsikî ve raksla ilgili ilk belgelere Meraga’lı Abdülkâdir’in
Makâsidü’l Elhân adındaki eserinde, sema’a ise mîlâdî X.yüzyıldan itibaren bazı
kaynaklarda rastlanır
Mevlânâ’nın
büyük bir din ve sanat bilgini olarak mûsikî hakkında yüceltici fikirleri
vardı. Sofiyane vecd ve isitiğrakın, ilâhî ilham ve neşvenin kaynağı haline
gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî ve sema’ gibi üç güzel sanatın ulviyet ve
kudsiyetinde eritmişti. Bilhassa mûsikîyi bütün maddî ve fizîkî hâdiselerin
üstünde tamamen ilâhî bir anlayış ve sezişle “Elest Bezmi’nin âvâzesi” diye
târif etmişti. Bu yüzden mevlevihâneler, mânevî eğitim işlevlerinin yanı sıra
devrin güzel sanatlar akademileri yahut konservatuarlarıydılar.
Mevlevîlerin
zikri olan sema’, mutlaka mûsikî eşliğinde yapıldığından, mevlevîhânelerde
nazarî ve amelî mûsikî eğitimi yaptırılmış, bu sebeple Türk Mûsikîsi’nin en
büyük bestekârları mevlevîhânelerden yetişmişlerdir. Bu eğitimin yanı sıra
edvârlar ve muhtelif nota mecmuaları tertip edilerek, eserlerin gelecek
nesillere intikâli de sağlanmıştır.
Mûsikî
sanatımız üzerinde Mevlevîliğin tesiri o kadar büyüktür ki, “Türk Klâsik Müziği
mevlevîhânelerde gelişmiştir” denebilir.
Nefî,
Neşâti, Fasih Ahmed Dede, Esrâr Dede, Nâbi, Şeyh Gâlib gibi divân
edebiyatımızın büyük şairleri de mevlevîdirler.
Hz.Mevlânâ’nın
tasavvufunda gâye aşktır. Hz.Mevlânâ, insanın sûretiyle değil, sîretiyle -yani
iç âlemiyle- ilgilenmiş, rûhî olgunlaşmayı ve ahlâk kaidelerinin en yücelerine
ulaşmayı hedef almıştır. Mevlevîlikte, tamamen rûhî bir tezâhür olan şiir,
mûsikî, raks ve diğer güzel sanatlar insanı kötülüklerden uzaklaştırıp, ilâhî
amaca yaklaştıracak araçlar olarak görülmüş, bu yüzden Mevlevîliğin önemli
rükünleri hâline gelmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder